Diyet. Омер Сейфеддин
Читать онлайн книгу.gözleriyle onu tepeden tırnağa süzer, “Aklında tut, benim esirimsin!” der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, kalbinin yırtıldığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenesinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken Ne yapacağım, ne yapacağım? diye düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek kanaatle, gururunun saadeti içinde yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?
Kaçmayı namusuna yediremiyordu.
İşte o vakit sahiden hırsızlık etmiş olacaktı.
Fakat bu herifin ikide bir de bu yaptığını başa kakmasına tahammül… Ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı…
Hacı kasaba köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı, siyah taşta satırları biliyor, yine, Ne yapacağım, ne yapacağım? diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı. Ne yapacağım, ne yapacağım? hülyasına öyle dalmıştı ki… Kasabın geldiğini duymadı. Ansızın, uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:
“Ne yapıyorsun be?”
Döndü. Efendisi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu.
“Bıçakları biliyorum.” dedi.
“Hay tembel, miskin hay… Sabahtan beri ne yaptın?”
Cevap vermedi. Kapakları çürümüş, bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere baktı, baktı… İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:
“Ne yapıyorsun?”
Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş senelik hizmetini durup dinlenmeden gördüğü hâlde kendini yine “tembel, miskin” diye tahkir etmeye sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine kalbi yırtılır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çenesi kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl tahammül etmişti? Şaşırdı. Hacı kasap, çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:
“Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba!” dedi, “Ben olmasam şimdi çolak dolaşacaktın…”
Koca Ali yine cevap vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdığı ağır satırı öyle bir indirdi ki… O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin dehşetinden gözleri dışarı fırlayan hacı kasabın önüne:
“Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi!” diye hızla fırlattı. Sonra esvabının kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.
Onun vaktiyle geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de şehirde kimse öğrenemedi.
BEYAZ LÂLE
Bedbaht Rumeli Müslümanlarına
Hudutta bozulan ordu iki günden beri Serez’den geçiyordu. Hava serin ve güzeldi. Ilık bir sonbahar güneşi; tarlaları, üzerinde henüz taze ve korkak izler duran geniş yolları parlatıyordu. Gelenler, gidenlere hiç benzemiyordu. Bunların hepsinin tıraşları uzamış, yüzleri pis ve kırmızı, esvapları parça parça idi. Dursalar düşeceklermiş gibi omuzlarındaki çamurlu tüfeklerin altında iki büklüm olmuş; yorgun ve perişan, ağır ağır yürüyorlardı. Bu, beklenilmeyen bozgun şehrin Hristiyanlarını sevinçten şaşırtmıştı. Erkekler köşe başlarında toplanıyorlar; kadınlar pencerelerden sarkarak kabahatli kabahatli geçen kümeleri gülümseyerek seyrediyorlar, bedava ve çok eğlenceli bir sinematograf keyfi duyuyorlardı. Rum çocukları, bu müthiş afacanlar beşikten beri ruhlarına akıtılan Türk düşmanlığını meydana vurmak için tam fırsatı bulmuşlardı.
Ellerini burunlarına boru çalar gibi götürerek kümeler arasında geçit resmi yapıyorlar; eğleniyorlar ve onlardan biraz uzaklaşınca arkalarına dönerek, “Kopsi ha… Keranadis Türkos, okso, okso…” diye haykırıyorlardı…
Askerin çekilmesi bitince nereden çıktıkları belli olmayan manliherli Bulgarlar, Türk mahallelerinde gezinmeye başladılar. Şehrin Rum ve Bulgar olmayan kısmı derin bir sükût içinde uyuyordu. Bütün perdeler inmişti. Kafeslerde heyecanlı gölgeler oynaşıyor, sararmış erkekler demirleri vurulmuş kapıların arkasında kalplerinin çarpıntısını dinler gibi bütün gün, bütün gece pinekliyorlardı.
Bu sıkıcı, bu üzücü sükûn çok sürmedi. Ertesi gün, teşrinievvelin yirmi dördüncü sabahı tatlılarla, kızartılmış etlerle, köpüklü şaraplarla, mandolinlerle, gitarlarla, bayraklarla bekleyen Hristiyan istikbalcilerin arasından muzaffer Bulgar ordusu mızıka çalarak şehre girdi. Doğruca hükûmeti ve kışlaları doldurdu. Aynı zamanda birçok komitacı da karınca gibi sokaklara üşüşmüştü. Galipler sevinçlerinden bir yerde duramıyorlar, ayaklarında görünmez kanatlar varmış gibi oraya buraya koşuyorlardı.
Şehrin yağmasını, ahalinin katliamını intizam ve usul dairesinde idare etmek, daha içeri girilmeden merkez kumandanı tayin edilen Binbaşı Radko Balkaneski’nin vazifesiydi.
Bu, gayet mükemmel tahsil ve terbiye görmüş bir gençti. İdadi devresini İstanbul’da Galatasaray Sultanisinde bitirmiş, 1900’de Sofya Harbiyesinden erkânıharplikle çıkmış, birkaç sene sonra ihtiyata nakledilmişti. Asil ve zengin bir çiftçi olan babasının bitmez tükenmez denilen parasıyla yaşıyor, hayatının bir kısmını çılgın eğlencelerle, bir kısmını da millî işlerle, yani Makedonya teşkilatıyla, bomba amirliğiyle geçiriyordu. Bekârdı. Evlenmeye vakit bulamamıştı çünkü hayatının bütün yazlarını Makedonya’da söndürür, teşkilatı teftiş eder, komite mahkemesince verilip de nasılsa icra olunmayan muallak ve mukaddes kararları yerine getirirdi. Çok zengin olduğundan paranın onca ehemmiyeti yoktu. Bütün ruhu, bütün mevcudiyeti mefkûresinde toplanmış, mefkûresinde birikmişti: Büyük Bulgaristan İmparatorluğu… Esvap giydirilmiş bir tunç heykel kadar güzel ve mütenasip vücudu vardı. Boyu uzundu, yalnız biraz fazla semizdi. Sol kolunu yürürken ve ayakta dururken hep kalçasına dayardı. Az lakırtı söyler, sık ve siyah kaşlarının altında asla kırpmadığı iri, parlak, sabit ve siyah gözlerini hep önüne diker; sanki hep önündeki Tuna’dan Korent’e, Boğaziçi’nden Drac’a kadar yeşil Bulgar rengine boyanmış hayalî bir haritada tetkik ederdi Hükûmetin karşısındaki Türklerin merkez kumandanlık dairesine girince şapkasını çıkardı. Gür ve sert saçlarını eliyle geriye attı. Yaverine:
“Ne kadar çete reisi varsa beş dakikaya kadar hepsi buraya…” emrini verdi. Yaver koşarak dışarı çıktı. Biraz sonra şehrin bütün sokaklarında süvariler dörtnala koşmaya başladılar. Henüz nizamiye ve gönüllü taburlarının neferleri dağılmamıştı. Radko beş dakikayı boş geçirmek istemedi. Sabahtan beri hiçbir şey yememişti. Hizmetçisini çağırdı. Onun getirdiği kızarmış eti, şarabı, iri ve sulu elmaları acele ile yuttu. Sonra Türk kumandanının daha toz konmamış olan yumuşak ve geniş koltuğuna yerleşti. Sigarasını yaktı. Burası; kalın, fes rengi perdeli, halı döşeli süslü bir oda idi. Bir askerî mevkiden ziyade dul ve ihtiyar bir kadının hücresine benziyordu. Duvarlarda askerliğe ait ne bir levha, ne bir program, ne bir timsal vardı. Köşede cevizden