Doksan Üç. Виктор Мари Гюго

Читать онлайн книгу.

Doksan Üç - Виктор Мари Гюго


Скачать книгу
kentinde Joseph Leopold Sigisbert Hugo ve Sophie Trebuchet’nin oğlu olarak dünyaya geldi. O ve iki ağabeyi, Abel ve Eugène, anneleriyle Fransa’nın Paris kentinde yaşarken, bir general ve İtalyan eyaleti Avellino valisi olan babaları ise İtalya’da yaşıyordu. Hugo’nun annesinin, Fransız hükûmetinin düşmanı olan General Victor Fanneau Lahorie ile özel bir dostluğu vardı. Evlerinde saklanmasına izin verdi. Bu sırada ise ailenin erkekleri için öğretmenlik yaptı. Çocuklar babalarını görmek için sık sık seyahat ediyordu. Bu seyahatler çocukların eğitimlerinde kesintilere neden oluyordu. Küçük bir çocuk olan Hugo şiir yazmaya özel bir ilgi duyuyordu. On iki yaşındayken Victor ve erkek kardeşleri Pension Cordier’de bulunan bir okula gönderildi. Orada farklı ekolleri inceleme fırsatı buldular ve boş zamanlarını şiir ve oyun yazarak geçirdiler.

      Victor on beş yaşındayken Académie Française tarafından düzenlenen şiir yarışmasını kazandı ve ertesi yıl da Académie des Jeux Florauxun yarışmasında yine birinci oldu. Şair olarak ünü hayatının erken dönemlerinde gelişti.

      1822’de Hugo annesinin vefatıyla sarsıldı. Bundan bir buçuk yıl sonra ise çocukluk aşkı Adéle Foucher ile evlendi. Çiftin dört çocuğu oldu. Paris’teki apartmanları, Romantik akımının hırslı yazarlarının buluşma yeri hâline geldi. 1822’de Hugo da ilk imzalı kitabını yayımladı.

      1824’te Hugo’nun birkaç arkadaşı Muse Française adlı bir grup kurdu. Hepsi neoklasizmden (Mantıklı, açık ve düzenli yazıya değer verilen antik Yunan ve Roma stillerine dayanan bir yazı stili.) sıyrılmaya çalışan genç yazarlardı. 1826’da Hugo, neoklasizmi reddeden bir kitap yayımladı.

      1826 ve 1827 yılları, Hugo ve onun şiirinin destekçisi olan bir grup genç romantiklere verilen isim olan Cénacle için başarılı yıllardı. Ona “şairlerin prensi” demişlerdi. Arkadaşlarının desteği ve tavsiyeleri ile Hugo, romantizmin temellerini attı. Bu inançla, Ekim 1827’de yayımlanmayan oyununa Cromwell’in ön sözünde yer verildi. İncil, Homeros ve William Shakespeare onun benimsediği yeni edebiyat akımının ilham kaynakları oldu.

      1831’de Hugo, Amerika Birleşik Devletleri’nde en çok tanınan eseri, Notre Dame’ın Kamburu romanını yayımladı. Bunda, Notre Dame Katedrali’ni ve karakterlerini yaratarak geç Orta Çağ’ın gerçek ruhunu aktarmayı hedefledi. 1831’de Hugo, en güzel şiir koleksiyonlarından biri olan Les Feuilles d’automne’yi yayımladı. Hugo bir kez daha özel konular hakkında yazdı. Hugo’yu depresyona sokan sadece yaşlanıyor olması değildi. Şairin muazzam bencilliğinden ve çocuklarından bıkmış karısı da Hugo’yu oldukça yıpratıyordu.

      Hugo, karısının onu reddetmesinden kaynaklanan yalnızlığı nedeniyle, genç oyuncu ve aynı zamanda bir hayat kadını olan Juliette Drouet’ye âşık oldu. Onu kurtarmayı kendine görev bildi. Borçlarını ödedi ve tüm hayatını tamamen ona odaklanmış olarak geçirmeye çalıştı.

      Temmuz monarşisinin gelişiyle, Hugo zengin ve ünlü oldu, on beş yıl boyunca Fransa’nın resmî şairi sayıldı. Bu dönemde, üç oyun da dâhil olmak üzere çok çeşitli yeni eserler ortaya koydu.

      Önceleri kralcı düşünceyi destekleyen Hugo, Fransa’daki 1848 Devrimi’nin çektiği olaylar sırasında Katolik kralcı yanlısı eğitime başkaldırıp cumhuriyetçiliği ve özgür düşünceyi desteklemeye başladı.

      1870’te Paris’e döndüğünde Hugo halk tarafından ulusal bir kahraman olarak selamlandı. Popülaritesine rağmen 1872’de Ulusal Meclise giremedi. Kısa bir zaman zarfı içerisinde hafif bir felç geçirdi, kızı Adèle akıl hastanesine kapatıldı ve iki oğlu öldü. Karısı Adèle de 1868’de ölmüştü. Victor Hugo 22 Mayıs 1885’te seksen üç yaşındayken zatürreden öldü. Ülkeye bir yas havası hâkim oldu. O sadece saygı duyulan önemli bir edebî figür değil, aynı zamanda Fransa’da üçüncü cumhuriyete ve demokrasiye yön veren bir devlet adamıydı. Gömüleceği Panthéon’a kadar götürüldüğü Paris’teki cenaze törenine iki milyondan fazla insan katıldı.

      Hugo, Panthéon’da Alexandre Dumas ve Émile Zola gibi önemli yazarlarla aynı yerde yatıyor. Fransa’da pek çok büyük yere onun adı verildi.

      Sema Nur Yaprak, Gaziantep’te doğdu. Ankara TED Üniversitesi Psikoloji lisans eğitimine devam ediyor. 2020-2021 senesi için Üniversite Fotoğrafçılık Topluluğunun başkanlığına seçildi. Lisans eğitiminin yanında Dünya Vatandaşlığı alanında da yan dal yapmaktadır. Çeşitli derneklerde çevirmenlik ve eğitim alanında aktif gönüllü desteğinde bulundu. Serbest olarak içerik üreticiliği ve yazarlık yaptı. Bunun yanı sıra akademik çalışmalarına devam etti. Çeşitli psikoloji araştırma gruplarının içinde yer aldı.

      BİRİNCİ BÖLÜM

      DENİZDE

      BİRİNCİ KİTAP

      SAUDRAIE ORMANI

      1793 yılının Mayıs ayının son günlerinde, Santerre tarafından Bretonya’ya getirilen Paris taburlarından biri, Astillé’deki ürkütücü Saudraie Ormanı’nı keşfe çıkmıştı. Bu acımasız savaşın kırıp geçirdiği taburdan yaklaşık üç yüz kişi kalmıştı. Argonne, Jemmapes ve Valim savaşlarından sonra Paris’in altı yüz gönüllüye sahip ilk taburundan sadece yirmi yedisi, ikincisinden otuz üçü ve üçüncüsünden elli yedisinin kaldığı destansı dövüşler zamanıydı. Paris’ten Vendée’ye gönderilen tabur, dokuz yüz on iki adamdan oluşuyordu. Her taburda üç adet top vardı. Çabucak toplanmışlardı. 25 Nisan’da Bon Conseil bölümündeki Adalet Bakanı Gohier ve Savaş Bakanı Bouchotte, La Vendée’ye gönüllü taburlar göndermeyi teklif etti; rapor, Komün üyesi Lubin tarafından hazırlandı. 1 Mayıs’ta Santerre; on iki bin adam, otuz sahra topu ve bir tabur topçu göndermeye hazırdı. Bu kadar hızlı tertip olmalarıyla bu taburlar günümüzde bile örnek teşkil etmektedir. Hat alayları aynı plan üzerinde saf tutmaktadır; asker sayısı ile astsubaylar arasındaki önceki oranı ise değiştirdiler.

      28 Nisan’da Paris Komünü, Santerre gönüllülerine şu emri vermişti: “Merhamet yok, acımak yok.” Mayıs sonunda Paris’i terk eden on iki bin kişiden sekiz bini ölmüştü. Saudraie ile meşgul olan tabur, kendisini korumaya aldı. Acele etmeye gerek yoktu. Her adam bir kere sağa ve sola, önüne ve arkasına baktı. Kléber, “Askerin sırtında da bir gözü vardır.” dedi. Uzun bir süredir yürüyorlardı. Saat kaç olabilir? Günün hangi vaktiydi? Söylemesi zordu çünkü bu vahşi çalılıklarda her zaman bir tür alaca karanlık vardır ve bu ormanda asla ışık olmaz. Saudraie Ormanı trajik bir ormandı. Kasım 1792‘den itibaren iç savaş suçları bu korulukta başladı; acımasız topal Mousqueton, o gizlendiği tehlikeli çalılıkların arasından çıkmıştı. Orada işlenen cinayetlerin sayısı tüyler ürperticiydi. Hiçbir yer buradan daha dehşet verici olamazdı.

      Askerler ihtiyatla ilerledi. Her yer çiçek açmıştı. Askerler, yapraklarından hoş bir tazelik yayılan titrek dallarla çevrelenmişti. Güneş ışınları bu yeşil gölgelerin içine işlemişti. Ayaklarının dibinde kuzgun kılıcı, sakallı süsen, yabani nergis, kır papatyası, sıcak havaların müjdecisi bahar çiğdemi bulunuyordu ve bunların hepsi her çeşit yosunla dolu kalın bitki örtüsünü süslemiş, tırtıllarla dolu görünen bitki örtüsünü bir yıldıza benzer hâle getirmişti.

      Askerler, çalı altını nazikçe iterek sessizce adım adım ilerledi. Kuşlar, süngülerin hemen üzerinde cıvıldadılar.

      Saudraie, eskiden barış zamanında Houicheba’yı, yani geceleri kuş avını, takip ettikleri çalılıklardan biriydi; şimdiyse insan avlamak için bir yer hâline gelmişti.

      Koru tamamen huş ağaçları, kayınlar ve meşelerden oluşuyordu; zemin düzdü, yosun ve kalın çimen, ayak seslerini kesiyordu. Hiçbir yol yoktu ya da hiçbirisi kaybolmadan bulunamazdı. Vahşi yaban eriği, keten tarağı, kayışkıran çalıları ve uzun dikenli böğürtlenler on adım uzaktaki bir adamı görmeyi imkânsız hâle getiriyordu.

      Bazen bir balıkçıl ya da bir su tavuğu bir bataklığın etrafında görünerek dalların arasında uçuyordu. Askerler gelişigüzel, huzursuz ve aradıklarını bulma korkusuyla yürüdüler.

      Zaman zaman yanmış yerler, ezilmiş otlar, haç şeklinde dizilmiş sopalar ya da kan sıçramış dallar gibi kamp izlerini taşıyan alanlara rast geldiler. Burada çorba yapılmış, şurada topluluk söylenmiş, ötede yaralar sarılmıştı. Ama o yoldan kim geçtiyse ortadan kaybolmuştu. Neredeydiler? Belki uzaktalar ve belki de çok yakındalar; ellerinde


Скачать книгу