Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель Пруст
Читать онлайн книгу.Saint-Loup’ya karşı bile kayda değer biçimde farklı davranıyordu. Diğerleri, Robert’in sadece astsubay olduğu gerçeğinden ve dolayısıyla nüfuzlu akrabalara sahip olmasından faydalanarak, normalde küçümseyerek tepeden bakacakları üst düzey subayların evlerine davet edildiklerinde, genç bir astsubayın işine yarayabilecek herhangi bir kodamanla yemek yeme fırsatını kaçırmamak için Saint-Loup’yu da davet ederlerdi. Bir tek Yüzbaşı Borodino’nun, Robert’le olan ilişkisi resmî ilişkiyle sınırlıydı (ki bu bile her zaman mükemmeldi). Böyle davranmasının nedeni, büyükbabası İmparator tarafından mareşal ve prens-dük ilan edilen ve ardından yaptığı evlilikle İmparator’un ailesine katılan, babası da III.Napolyon’un bir kuzeniyle evlenmiş olan ve askerî darbeden sonra iki kez bakanlık yapmış olan Prens, tüm bunlara rağmen, Saint-Loup ve Guermantes muhiti için pek bir değeri olmadığını hissetmesiydi; hâl böyle olunca, olaylara onlarla aynı bakış açısından bakmayan Prens’in gözünde de onların hiçbir değeri yoktu. Saint-Loup’nun gözünde -Hohenzollern’in bir akrabası olan- kendisinin gerçek bir soylu değil, bir çiftçinin torunu olduğundan şüpheleniyor, fakat aynı zamanda kendisi de Saint-Loup’yu kontluğu İmparator tarafından onaylanmış -SaintGermain banliyösünde ‘tasdikli’ kontlar olarak bilinirlerdi- ilk başta kaymakamlık yapmış, daha sonra başka bir görev için, kendisine ‘Monsenyör’ diye hitap edilen, hükümdarın yeğeni olan Majesteleri Borodino Prensi’nin emri altında devlet bakanı olarak görevlendirilmiş bir adamın oğlu olarak görüyordu.
Muhtemelen Borodino bir yeğenden daha fazlasıydı. İlk Borodino Prensesi’nin, Elba Adası’na kadar takip ettiği, I. Napolyon’a, ikincisinin de III. Napolyon’a hürmetlerini bahşettiği söyleniyordu. Yüzbaşı’nın durgun çehresinde, I. Napolyon’un -doğal yüz hatları olmasa da en azından ince işlenmiş görkemli bir maskesini takmışçasına- izlerine rastlanıyordu; özellikle hüzünlü ve nazik bakışlarında, sarkık bıyıklarında III. Napolyon’u anımsatan bir şey vardı; bu öylesine çarpıcı bir andırıştı ki, Sedan Muharebesi’ndeki yenilgisinden sonra esaret altında İmparator’un birliklerine katılmayı talep ettiğinde, Bismarck’ın önüne getirilen bu talep reddedildikten sonra başka bir yere gönderilirken, Bismarck gitmek için hazırlanan genç adama baktığında farkına vardığı benzerliğinden etkilenip kararını yeniden değerlendirerek onu geri çağırmış ve herkesin talebini reddetmesine rağmen bu talebi yerine getirmişti.
Borodino Prensi, Saint-Loup’yla ya da alayda bulunan Saint-Germain banliyösündeki sosyeteye mensup diğer temsilcileriyle görüşmek için hiçbir çabaya girişmiyordu (hâlbuki pleb asıllı, hoş adamlar olan iki teğmeni sık sık davet ediyordu); bunun nedeni hepsine imparatorluk azametiyle tepeden bakarak iki alt sınıf arasında şöyle bir ayrım yapıyordu: İlk sınıftaki kişiler, mensup olduğu sınıfının farkında olurlardı ve ihtişamlı görünüşünün altında sade ve neşeli bir adam olduğundan vaktini bunlarla geçirmekten çok zevk alırdı, diğer sınıftakilerse kendilerini üstün sandıkları için bunlara ayıracak tek bir dakikası bile yoktu. Bu yüzden alayın diğer tüm subayları Saint-Loup’yu başlarının üstünde gezdirirken, Borodino Prensi, kendisine Mareşal X… tarafından tavsiye edilen, her zaman örnek teşkil edilecek şekilde görevleri yerine getiren Saint-Loup’yla emir üzerine iletişim kurmuş, hiçbir zaman evine davet etmemişti, özel bir durum nedeniyle davet etmek zorunda kaldığı o istisnai gün dışında; bu olay Doncières’te kaldığım süre zarfında gerçekleştiği için beni de yanında getirmesini söylemişti. O akşam Saint-Loup’yu yüzbaşının masasında gördüğümde, iki aristokrasinin arasında var olan farkı ayırt etmekte zorluk çekmedim: eski soylular ve imparatorluk mensupları. Ait olduğu sınıfın kusurlarının zihninin her noktasıyla inkâr etse de bu sınıf Saint-Loup’nun kanına işlemişti; en azından bir asırdır gerçek bir otorite uygulamasından mahrum bırakılan bu sınıf için, olağan eğitimin bir parçası olan koruyucu şefkat, binicilik ya da eskrim gibi ciddi bir amaç olmaksızın yalnızca bir spor olarak icra edilen bu faaliyet egzersizden başka bir şey değildir; kendilerinin samimiyetinden zevk aldıklarına ve üsluplarının gayriresmîliğinden onur duyacaklarına inandıkları, eski soyluların şimdiye kadar tepeden baktıkları orta sınıfın temsilcileriyle buluşulduğunda, Saint-Loup, onunla kim tanıştırılırsa tanıştırılsın, yabancının adını tam olarak kavrayamasa da elini uzatıp dostça sıkardı ve sohbeti sırasında (mutlak bir kayıtsız tavırla sürekli bacak bacak üstüne atıyor, ardından bozup tekrar atıyor, sandalyesinin arkasına yaslanırken bir eliyle ayağını tutuyordu) ona ‘sevgili dostum’ diye hitap ederdi. Öte yandan, şanlı hizmetlerinin bir mükâfatı olarak verilen ve sayısız adamı komuta eden, o kadar insanla nasıl başa çıkılması gerektiğini bilmesiyle yüksek makamları akıllara getiren, unvanlarının esas anlamlarını hâlâ koruyan bir soylu sınıfına mensup olan Borodino Prensi, kendi statüsünü -çok bariz bir şekilde ya da herhangi bir kişisel üstünlük duygusuyla olmasa da genel olarak tutumu ve davranışlarıyla bunu her halükârda ortaya çıkaran bedeniyle- hâlâ etkili olan bir ayrıcalık olarak görüyordu; Saint-Loup’nun omzuna dokunup koluna gireceği burjuva kesimine Borodino Prensi görkemli bir nezaketle hitap ediyor, doğasında bulunan arkadaş canlısı gülümsemesini ihtişamlı bir ihtiyat içgüdüsüyle harmanlıyor, kasıtlı bir resmiyet havasına eşlik eden şefkat duygusunu konuşmasına yansıtıyordu. Bunu yapmasının nedeni, şüphesiz, babasının en yüksek makamlarda görev yaptığı, Saint-Loup’nun tavrının, masanın üstüne koyduğu dirseğinin, ayağını tutan elinin pek hoş karşılanmayacağı saray ve büyükelçilikle olan yakın ilişkisindendi; fakat esasında Prens’in böyle davranmasının başlıca sebebi burjuva kesimini onun kadar hor görmemesiydi; çünkü bu kesim, Napolyon’un mareşallerini, soylularını, seçtiği, hatta III. Napolyon’un Rouher, Fould gibi önemli kişilerin çıkarttığı bitmez tükenmez bir kaynaktı.
Kuşkusuz, bir bölüğe komutanlık yapmak dışında yapacak önemli bir şeyi olmayan, İmparator’un oğlu ya da torunu olan M. de Borodino’nun zihninde, babasının ve büyükbabasının zihnini meşgul eden kaygıların hiçbirini bağdaştırabileceği bir nesne olmadığından ötürü gerçek dünyada bunların hayatta kalması mümkün değildi. Ancak bir sanatçının ruhunun, öldükten yıllar sonra bile kendi yaptığı heykeli şekillendirmeye devam etmesi gibi bu kaygılar da gerçeğe dönüşüyor, somutlaşıyordu; Prens’in yüzü de bunların aktarıldığı bir tuval hâline geliyordu. Bir onbaşıyı I. Napolyon’un canlılığıyla azarlıyor, III. Napolyon’un dalgın hüznüyle sigarasının dumanını üflüyordu. Doncières sokaklarından sivil kıyafetlerle geçtiğinde, melon şapkasının altından etrafa saçtığı bakışlarının parıltısı, yüzbaşı kimliğini muhteşem bir şekilde gizlerdi; Masséna ve Berthier gibi emir subayı ve levazım subayıyla başçavuşun odasına girdiğinde insanlar korkudan tir tir titrerdi. Bölüğü için pantolon kumaşı seçerken terzi ustasına, Talleyrand’ı şaşırtacak, İskender’i aldatacak türden bakışlar atardı; zaman zaman da, teftişini yaparken bir anda durur, o güzel deniz mavisi gözlerini uzaklara sabitleyerek hayaller kurar, bir yandan da bıyıklarını burar, bütün bunları yeni bir Prusya, yeni bir İtalya inşa edermişçesine bir edayla yapardı. Ancak bir anda III. Napolyon’dan I. Napolyon’a geçiş yaparak, teçhizatların düzgün bir şekilde cilalanmadığını işaret eder, askerlerinin erzaklarını tatmak konusunda ısrar ederdi. Evinde, özel hayatında da (eşlerinin mason olmaması koşuluyla) burjuva subaylarının hanımlarına, büyükelçilere layık, kraliyet mavisi Sevr porselenlerinden oluşan yemek takımıyla (babasına Napolyon tarafından verilen ve şu anda yaşadığı taşra sokağındaki sıradan evde daha da paha biçilmez görünüyordu, tıpkı turistlerin özellikle ilgisini çeken, günümüzde müreffeh ve tatminkâr çiftlik evine dönüştürülmüş bazı eski malikânelerdeki rustik porselen dolaplarındaki ender bulunan porselenler gibi) yetinmeyip Napolyon’un diğer armağanlarını da çıkarırdı: -bazı kişiler için soylu