Bin mumlu ev. Meredith Nicholson

Читать онлайн книгу.

Bin mumlu ev - Meredith Nicholson


Скачать книгу
elbette gitmeyeceksin. Kesinlikle hayır,” dedi papaz. “Ben sana yalnızca onun mesajını iletiyorum. Ona göre en iyisi…”

      “Bana ya da Rahibe Theresa’ya yazmamak!” diye araya girdi kız aşağılarcasına. “Ne zeki adam ama!”

      “Ben de ne ahmağım!” dedi papaz gülerek. “Neyse, bana onun mesajını iletme fırsatı verdiğin için teşekkür ederim.”

      Kız gülümsedi, başını salladı ve hızla okula yöneldi. Papaz bir süre kızın arkasından baktı, ardından ciddiyetle göle doğru yürümeye başladı. Genç, tıraşlı ve esmer bir adamdı. Bende kıskançlığa neden olan geniş omuzları vardı. O zinde bedenin bende olması, kendi işlerimde nasıl işime yarardı hayal bile edemedim. Duvardan inip Glenarm Malikânesi’ne doğru ilerlerken aklım atletik papazdan ziyade kızdaydı. Kısa eteği, ellerini paltosunun cebine sokuşundaki umarsızlığı ve İskoç beresinin yana yatışındaki sorumsuzlukla gençliğinin altını çizer gibiydi. İskoç berelerinde bir ruh ve bağımsızlık vaat eden, neşeli bir şeyler vardı. Özellikle de kırmızı olanlarda. Deyim yerindeyse, eğer kırmızı İskoç beresi St. Agatha’nın ilkelerini temsil ediyorsa, okulun yakınlığı o kadar da kötü bir şey değildi.

      Neşeli bir haletiruhiye ve açık bir iştahla öğle yemeğine oturdum.

      Altıncı Bölüm

      KIZ VE KANO

      “Hurmalar buranın mahsulüdür, efendim. Bay Glenarm bu meyveye pek düşkündü.”

      Daha önce hiç Amerika hurması görmemiştim ama yeni şeyler deneyecek bir haletiruhiyedeydim. Buzlu dış yüzeyi kesinlikle iticiydi ama zengin posası damağımda şaşırtıcı bir lezzet bıraktı. Bates saygılı bir tatminle beni izledi. Sağ gözünün üzerine düzgünce yapıştırılmış ten rengi yara bandı, ciddiyetinden zerre götürmemişti. Havada zayıf bir arnika kokusu vardı.

      “Burada yaşam sakin,” dedim ona sabahki karşılaşmayı anlatsın diye bir fırsat vermek için.

      “Çok haklısınız, efendim. Büyükbabanızın da sık sık dediği gibi huzurlu bir yer.”

      “Tabii birileri sana pencereden ateş etmediğinde,” dedim.

      “Bu tür şeyler her beyefendinin başına gelebilir,” diye yanıtladı. “Ama kabul edersiniz ki birden çok gerçekleşmesi pek muhtemel değildir.”

      Bekçiyle karşılaşmasından bahsetmedi. Ben de bildiklerimi kendime saklamaya karar verdim. Her zaman serserilerin kendilerini asmalarına izin vermeyi tercih etmişimdir. Bu durumda da Bates, Pickering’ın ona yüklediği görevlere sadakat göstermediyse, ihaneti önünde sonunda kendini açığa çıkaracaktı. Gardını düşürmüşken ona baktığımda, sandalyemin arkasında kollarını kavuşturmuş dikilirken yüzünde tam bir keder ifadesi görmek beni şaşırttı.

      Kızardı ve kıpırdanmaya başladı. Sonra elini alnına götürdü.

      “Bu sabah küçük bir kaza geçirdim, efendim. Ceviz kütükleri biraz sert oluyor, efendim. Bir parça tahta fırlayıp bana çarptı.”

      “Ne kötü!” dedim anlayışla. “Öğleden sonra biraz dinlensen iyi olur.”

      “Teşekkür ederim, efendim. Ama önemli bir şey değil. Sadece küçük, çirkin bir iz.”

      Sigaram için bir kibrit yaktı. Ona bir kez daha bakmadan çıktım. Ama kütüphanenin eşiğinden geçer geçmez notumu düştüm: “Bates öncelikle bir yalancı ve saldırgan düşmanları olan biri; onu dikkatle izle.”

      Her şey hesaba katıldığında gün gayet iyi geçiyordu. Bir kitap seçip keşiflerime devam etmeden önce, biraz sigara içmek ve düşünmek için kendimi rahat divana bıraktım. Orada uzanırken Bates bana bir telgraf getirdi. Pickering’e gönderdiğim mesaja cevap gelmişti. Şöyle diyordu:

      “Varışını bildirdiğin mesaj alındı ve dosyalandı.”

      Glenarm'daki işlerim gerçekten de tuhaftı. Birkaç saat boyunca düşler kurarak ve gözlerim ağrıyana dek büyük kristal avizedeki mumları sayarak uzandım. Sonra kalktım, şapkamı aldım ve göle doğru ilerlemeye başladım.

      Kayıkhanede birkaç küçük sandal ve petrolle çalışan bir tekne vardı. Bir kanoyu suya indirdim ve yan duvarlarıyla bacaları Glenarm kıyısından açıkça görülebilen yazlıklara doğru kürek çekmeye başladım.

      Karaya çıktıktan sonra, yapraklarla kaplı yolda aylak aylak ilerleyerek pencerelerindeki ve verandalarındaki kışlık örtülerin korkutucu ve soğuk bir hava yaydığı yüz küsur kulübeye yaklaştım. Bir yerde geniş verandası gölün üzerine uzayan bir kumarhane vardı. Verandanın alt tarafında, su kısmında bir kayıkhane mevcuttu. Buradan güzel bir göl manzarası görülebiliyordu. Bunun avantajını kullanarak bölgenin topoğrafyasını zihnime kazıdım. Glenarm Malikânesi’nin kalın katlarını, kırmızı kiremitli çatısını görebiliyordum. Duvarın diğer tarafındaki küçük kilisenin gri kulesi de yumuşak bir gururla korunun üzerine uzatmıştı başını. Ağaçların üzerinde sonbaharın belli belirsiz pusu asılıydı.

      Yeniden kanomu bıraktığım rıhtıma doğru ilerledim. Tam kanoma binecektim ki yanımdaki iskelede benimkiyle aynı tipte hafif bir kano gördüm. Ama o koyu kestane rengine boyanmıştı. Ben geldiğimde o kanonun orada olmadığından emindim. Muhtemelen bekçiye, Morgan’a aitti. Yanına gidip inceledim. Hatta ağırlığını test etmek için hafifçe kaldırdım. Küreği rıhtımda, hemen yanımda duruyordu. Onu da dikkatle tarttım ve bana göre fazla hafif olduğuna karar verdim.

      “Lütfen… Rica etsem…”

      Döndüğümde kırmızı İskoç bereli kızla yüz yüze geldim.

      “Affedersiniz,” dedim kanodan uzaklaşırken.

      Sabahki uzun paltosu üzerinde değildi ama kırmızı, örgü bir ceket giymiş, düğmelerini sıkıca kapamıştı. Her yönüyle oldukça gençti. Bir çift koyu mavi göz, iyi niyetli bir merakla beni izledi. Güneşle arası iyiydi. Yanaklarının kahverengiliği, dış dünyayla kurulmuş güzel bir arkadaşlık belirtisi beni sevindirdi. Cennetin güzelliğinin bir belgesi gibiydi. Ekim ayında yüzü güneş yanığı, elleri kürek tutan ya da bir golf topu süren ya da yazın mavi kemerleri altında uçan bir kız gösterin bana, küçümseyişini neşeyle karşılayayım. Beni ahmak yerine koyabilir ve en bilgece sözlerimi kahkahalarla çürütebilirdi. Çünkü o Diana kardeşliğinin ayrıcalıklarına sahipti. O yumuşak bronz ten, gözlerinin altındaki o cüretkâr geçici çiller flütünü üfleyen Pan’ın zamanına, o uzak günlere aitmiş gibi gösteriyordu onu.

      Sessizce yaklaştı. Gafil avlanışımdan duyduğum rahatsızlığın ona keyif verdiğinden emindim.

      Şapkamı çıkararak kanonun yanında, itiraf etmeliyim ki bir başkasının -özellikle de bakılması son derece memnuniyet verici birinin- malını uygun olmayacak şekilde incelerken yakalandığım için hafif bir suçluluk duyarak dikildim.

      “Yani eğer o küreğe ihtiyacınız yoksa…”

      Başımı eğdiğimde küreği ellerimde tuttuğumu fark ederek kızardım. Hatta sanki kendi malımmış gibi tutuyordum.

      “Tekrar affınızı dilerim,” dedim. “Ben beklemiyordum da…”

      Yanlışlıkla misafir odasının kapısına gelip misafirleri hiçbir şaşkınlık ifadesi göstermeden izleyen bir çocuğun bakışlarıyla sakince izledi beni. Ne beklemem ya da beklememem gerektiğini bilmiyordum. O da bana açıklamaya niyeti olmadığını gösteriyordu. Kısa eteği en fazla on beş on altısında olduğunu gösteriyordu. Eğer gerçekten öyleyse bu durumda üstünlüğün bende olmaması için


Скачать книгу