Truva. Andrew Lang
Читать онлайн книгу.vücudu saran bir başka zırh da bulunmaktaydı ve bu zırh, dayanaklı bir kemerle omuzdan bağlanırdı. Kılıç, zırh kemerini çevreleyen başka bir kemere takılırdı. Barış zamanı hafif ayakkabılar, savaş zamanı ya da ülke çapındaki gezilerde daha sağlam botlar tercih edilirdi.
Kadınlar erkeklerden daha fazla broş kullanır, kıyafetlerini takılarla süslerdi; başlarını ise duvağa benzer örtülerle veya pelerinin şapkasıyla örterdi. Altın ve amber taşından kolyeler, küpeler, altın veya bronz bileklikler takarlardı. Elbiselerinde ağırlıklı olarak beyaz ve mor renklerini tercih etseler de pek çok renk kullanılırdı. Örneğin yas döneminde siyah yerine koyu mavi elbiseler giyilirdi. Zırhları, kılıçları ve mızrak uçları çelik ve demir yerine bakır ve kalay karışımı bronzdan yapılırdı. Kalkanların üst kısmı kat kat deriden yapılırdı, en üste de bronz bir tabaka konurdu. Balta ve keskin kılıç gibi aletler demir veya bronzdandı; hatta kılıçların ve hançerlerin bıçakları da yine bu malzemelerden yapılırdı.
İnsanların evleri ve yaşam şekilleri bizimkiyle kıyaslandığında son derece farklıydı ve bazı açılardan daha zordu. Örneğin Ulysses’in yaşadığı sarayın zemini yemek için kesilen öküzlerin kemikleriyle doluydu. Bu, Ulysses evden uzun bir süre ayrı kaldığında yaşanmıştı. Ulysses küçük adalardan oluşan fakir bir krallıkta yaşadığından büyük salonun zemini ne tahta ile döşenmiş ne de taş ile kaplanmıştı. Salonun zemini kildendi. Yemek seçenekleri kısıtlıydı: Domuz veya koyun kesilip kızartılır, et hemen tüketilirdi. Elimizde insanların eti haşlayarak tükettiğine dair hiçbir bilgi yok. Muhtemelen balık yiyorlardı ama bu konuda da net bir bilgi yok. Yine de bu dönemde değerli taşlar üzerine çizilen veya bu taşların kesilmesiyle elde edilen resimler sayesinde kimisinin deniz ürünü tükettiğini, yarı çıplak dolaşan balıkçıların kocaman balıkları evlerine taşıdıklarını öğreniyoruz.
O dönemde altın ve bronz işleyen yetenekli işçiler bulunmaktaydı. Mezarlarında bol miktarda altın takıya rastlanmıştır, ancak bunlar büyük ihtimalle Ulysses’in yaşadığı dönemden iki ya da üç yüzyıl önce yapılmış ve gömülmüştür. Hançerlerin bıçaklarında aslan dövüşü ile çiçek işlemeleri vardı. İşlemelerde altın ve çok çeşitli renkler kullanılırdı. Günümüzde böylesi güzel işlemelere pek rastlanmıyor. Bazı altın kupaların üzerinde boğa avlayan erkek figürleri bulunurdu ve bunlar canlı gibi görünürdü. Topraktan yapılmış vazolar ve kâseler büyüleyici desenlerle süslenirdi. Yani, mükemmel bir dünyaydı burası.
İnsanlar kadın ve erkek birçok tanrıya inanırdı. Onlara göre en tepede Zeus yer almaktaydı. Kendilerinden daha uzun boylu ve ölümsüz olduğuna inandıkları tanrıların tıpkı kendileri gibi bir yaşam sürdüğünü, ömürlerini muhteşem saraylarında geçirdiklerini düşünürlerdi. İyi insanları ödüllendirmeleri, yeminini bozup yabancılara karşı kaba davranan kötü insanları da cezalandırmaları beklenen tanrıların vefasız, acımasız, cimri oluşlarıyla insanlara kötü örnek oldukları pek çok hikâye anlatılmaktaydı. İnsanların bu hikâyelere ne denli inandığı bilinmese de “hepsi kesinlikle tanrılara ihtiyaç duymuştur” ve yaptıkları iyi davranışlardan tanrıların memnun olup kötüleri karşısında ise hüsrana uğramış olduklarını düşünmüşlerdir. Ancak insan, davranışının yanlış olduğunu hissettiğinde suçu sık sık tanrıya atmış ve tanrının kendisini yanlışa yönlendirip yardım etmediğini söylemiştir.
İlginç bir gelenek vardı: Prensler kendilerine eş aldıkları zaman prenseslerin babalarına büyükbaş hayvan, altın, bronz ve demir sunardı fakat kimi zaman prensin yaptığı cesur bir hareketten ötürü prenses kendisine ödül olarak verilirdi. En yüksek meblağı teklif etse bile krallar kızlarını sevdikleri kişilere vermezdi. En azından bu genel bir kural olarak görülürdü. Yine de eşler birbirini çok sever, erkekler eşlerine evi yönetmesi için gerekli izni verir ve her konuda tavsiyede bulunurdu. Bir kadının kocası yerine başka birini sevmesinin çok kötü bir davranış olduğuna inanılırdı ve bu durumu yaşayan pek az kadın vardı. Yaşayan en güzel kadın da bunlardan biriydi.
III
Güzel Helen’in Âşıkları
Ulysses’in gençlik zamanlarında insanlar işte bu şekilde yaşardı ve bir gün evlenmeyi dilerlerdi. Başlarına gelebilecek en korkunç şey, önemli ve güzel prenseslerin tutsak edilmesi, babalarını ve eşlerini öldüren kimselerin şehirlerine köle olarak götürülmeleriydi. Şimdi dünyadaki tüm kadınlar içerisinde çok özel olduğu düşünülen bir kadına sıra geldi: Tyndarus kralının kızı Helen. Her genç prens onun adını duymuş, onunla evlenmek istemiştir. Bu nedenle prensesin babası tüm prensleri sarayına davet etmiş, onları eğlendirmiş ve böylece kızını kiminle evlendireceğine karar vermek istemiştir. Bunlar arasında Ulysses öne çıksa da babasının küçük krallığı engebeli bir adada bulunuyordu; yani Ulysses’in hiç şansı yoktu. Güçlü ve hareketli olsa da uzun boylu değildi. Geniş omuzlu, kısa boyluydu ancak yakışıklıydı ve diğer prensler gibi onun da uzun sarı saçları yüzünün bir tarafını kapatıyordu. Başta temkinli davranıp yavaş konuşsa da sonrasında kelimeler ağzından dökülmüştü sanki. İdeal bir erkeğin her türlü özelliğine sahipti; sabanla toprağı sürebiliyor, ev ve gemi inşa edebiliyordu. Eurytus’tan sonra Yunanistan’daki en iyi okçuydu ve ölü kralın ünlü yayını eğip bükebiliyordu ki onun dışında kimse bu yayı kullanmayı bile beceremezdi. Fakat ata binmeyi bilmezdi ve Ulysses’in peşinden gidip onu takip edecek kimse de olmadığından onca uzun boylu, yakışıklı, genç ve çeşit çeşit altın aksesuarlar takan prens dururken Ulysses’i seçmek Helen’in ve babasının akıllarından bile geçmedi. Yine de Helen ona karşı çok kibar davranmıştı. İkisi arasında güzel bir dostluk kurulmuş, hatta bu dostluk en sonunda Helen’in işine yaramıştı.
Kral Tyndarus ilk iş olarak her prensin kendi adına dövüşecek başka bir prens seçip yemin etmesini buyurdu. Ardından kızının kimle evleneceğine karar verdi: Lacedaemon Kralı Menelaus. Prenslerin en güçlülerinden biri olarak görülmese de, devasa Aias kadar iyi bir dövüşçü olmasa da, Ulysses’in dostu Diomede kadar veya zengin şehir Miken’in kralı Agamemnon kadar uzun boylu ya da güçlü olmasa da Menelaus gerçekten cesur bir adamdı. Menelaus’un kardeşi Agamemnon diğerleri arasında en yüksek mertebedeydi ve savaş zamanı ordunun generali olarak görev yapıyordu. Eskiden Agamemnon’un at arabasını sürdüğü geçidin üzerinde bulunan ve onun şehrini koruduğu düşünülen taştan yapılmış devasa aslanlar günümüzde hâlâ ayaktadır.
Çok iyi bir savaşçı olduğuna inanılan Akhilleus, Helen’in âşıkları arasında değildi çünkü o zaman küçük bir çocuktu. Annesi, gümüş ayaklı olarak anılan su tanrıçası Thetis’ti. Oğlunun bir kız gibi yetiştirilmesini istediğinden onu Kral Lykomedes’in kızlarının yaşadığı uzak İskiri adasına göndermiştir. Bunu yapmasının nedeni tek çocuğu olan Akhilleus hakkındaki bir kehanettir. Bu kehanete göre çocuk savaşa katılırsa çok büyük bir zafer elde edecek ama genç yaşta ölecek ve bir daha annesini göremeyecektir. Bu yüzden annesi, eğer Akhilleus kız giysileri giyerse savaş patlak verdiğinde hiç kimsenin onu bulamayacağını düşünmüştür.
Bu konu üzerinde uzun bir süre düşündükten sonra Tyndarus kızı Helen’i zengin Lacedaemon Kralı Menelaus’a, yine onun gibi güzel olan ikizi Clytemnestra’yı ise tüm prensler içinde en yüksek rütbede bulunan Kral Agamemnon’a vermiştir. İlk zamanlar bu iki çift çok mutluydu ama mutlulukları pek de uzun sürmedi.
Bu süre zarfında Kral Tyndarus, Penelope adında bir kızı olan kardeşi İkarios’la görüşmüştür. Penelope hoş bir kızdır, ama güzelliği kuzeni Helen’in yanından bile geçemez ve Penelope’nin kuzeninden hoşlanmadığını da biliyoruz. Ulysses’in gücüne ve aklına hayranlık