Nazar Boncuğu. Anar

Читать онлайн книгу.

Nazar Boncuğu - Anar


Скачать книгу
altında olmalıydım.

      Olmalıydı. Ölüler dünyasında. Madem öyle, peki, beynine damla damla süzülen, hafızasını çeşitli sahnelerle, olgularla, seslerle dolduran bu düşünce ne idi?

      Ömür boyu materyalist olmuştu. Ölümden sonra başka bir hayatın varlığı konusuna asla inanmamıştı. Belki de yanılıyordu. Belki de ömür, aynen saatin sarkacı gibi hayat ve ölüm arasında bir o tarafa, bir bu tarafa gidip geliyordu. O tarafa – malum. Peki, bu tarafa? Hayatın sarkacı bu tarafa da mı dönüyormuş? Peki, o zaman?

      Öbür dünya dedikleri bu imiş – dardan da dar, nemli, küf kokan, soğuk, sessiz, soluksuz…

      Eli kolu bağlı, hareketsiz bir biçimde uzanmışım. Şimdi Ne-kir Münkir gelecek, sorgu sual başlayacak…Ölüler de mi şaka yaparmış? Ölü olduğumu kesin olarak anlayabiliyorsam bu gerçekten ölüm müdür? Elektrik çarpmışçasına ani bir düşünce beynimi yalazlayıp geçti: Ölü değilim.

      Canlı canlı toprağa gömülmüşüm ve şimdi anlaşılmaz bir mucize ile bu ölüm uykusundan uyandım diyorum… Elim kolum bağlı, vücudum kefene bükülmüş durumda, sımsıkı sarılmış hâlde… Anlaşıldı, beni ceset zannederek defnetmişler, mezarın üzerine de ağır, yassı taşlar koyarak üzerini topraklamışlar…

      Bunu anladığı için kalbi durabilirdi. Keşke… Bu, çıkılması zor olan durumdan yegâne çıkış yolu olabilirdi. Başkaca bir çıkış yolu da yoktu. Kefeni yırtsa bile onca ağır yassı taşları kaldırmaya, toprağı eşip bir tarafa atarak “hortlayıp” kalkmaya gücü yetemezdi…

      Yegâne çıkış yolu (çıkış mı!) sabrederek, canını dişine takarak gerçek ölümü beklemekti… Acaba mezardaki hava ne zamana kadar yeterli olacaktı?

      Kaç gün oldu defnedildim? Hâlâ nefes alıyorsam bu yakınlarda gömülmüşüm demektir. Havasızlıktan boğularak, korkunç ıstıraplar çekerek gerçek ölümü tadacağım. Mezardaki kurtlar kefenimi delecek, sonra da bedenime saldıracaklar… Tanrım, suçum neydi? Sana inanmam mı? Vallahi en derin kalbimle inanıyordum, çevre ve şartlar öyle idi ki, mecburen “inanmıyorum” demek mecburiyetinde kalıyordum.

      Hıı, ömür boyu varlığını inkâr ettiğin Allah’a şimdi yöneliyorsun demek.. Allah… Allah kerimdir… Tanrı’dan başka hiçbir şeye, hiçbir kimseye güvenilmez…

      Beni buradan yalnızca Tanrı denen mucize kurtarabilir. Yooo, tamamen ham hayaldir bu, beni cezalandıran da Tanrı’nın ta kendisi değil mi? Elbette, eğer o gerçekten varsa. Onun varlığı konusunda hâlâ şüphe içindesin demek. Cezanın sebebi işte bu. Hayııır, Allah ufak tefek şeylerle uğraşmaz. Ona inansam da, inanmasam da hayatım boyunca günahtan uzak duran bir ömür sürmüşüm. Kimselere kötülüğüm dokunmamış. Vicdanları sızlatacak hiçbir adımım olmamış.

      Sen öyle düşünüyorsun. Yaptığın şeyleri o şekilde yorumluyorsun, senin “hayırlı” olarak gördüğün şey belki de başka birisi için “kötü” imiş.

      Tanrı varsa öbür dünya da vardır demek. Yani yalnızca buna katlanarak beklemelisin, her azaba katlanarak “kurtuluş” gibi “ölümü” de beklemelisin. Gerçek ölümü. Ölümden sonra, gerçek ölümden sonra ise başka bir hayat başlayacak, cevapsız kalan soruların cevabını bulacaksın. Bu dünyada sana yapılan bütün haksızlıkların karşılığını göreceksin.

      “KARMA” kelimesi de nereden gelip beynime saplandı? Karma da ne demek, hangi dile ait bu? Böylesine ona aşina olan kelime bir türlü aklına gelmiyordu. Bu konuda okuduğu kitapları teker teker hatırlamaya çalışıyordu. Bu da zaman geçirmeğe yarayan bir meşguliyetti. Diğer taraftan bu durumda olduğundan dolayı kendisi için bir teselli oluyordu.

      Ölümden sonra hayat… Yeniden yaşamak… Başka bir yaşam… Öbür dünya…

*

      Bir vakitler Daniil Andreyev’in1 eserinde okuduğum ve okuduğumda da hayrete kapıldığım kelimeleri hatırladım. Andreyev, en son olarak tam üç yüz yıl önce öldüğünü yazmış. Hem de oldukça çok eski ve güçlü kültüre sahip bir ülkede. Daniil, ta çocukluğundan itibaren ömür boyunca eski vatanının özlemini duymuş; söylediğine göre orada bir değil, birkaç defa yaşamış, ölmüş dirilmiş, ölmüş dirilmiş.

      Gerçekten bu olmuş mu..! Mevlana, “ahmaklığın en aptal ve alçak biçimi bu hayattan sonra başka bir hayatın başladığını inkâr etmektir” demiş.

      Tasavvuf ehlinin söylediği meşhur anekdotu hatırladı. Mumun ateşi pervaneyi kendine çekiyor, zavallı uçarak kendini ateşe atıyor ve yanıyor. Geri dönüp gördüklerini anlatacağını bekliyorlar, ancak pervane ateşin içinde kaybolup gidiyor, ne izi, ne adı, ne de ondan geriye bir belirti kalıyor. Bir de neden dönsün ki, sevdiğine kavuşmuş.

      Sevdiği – Allah’tır, tasavvuf düşüncesinde ölüm Tanrı’ya kavuşmaktır.

      En büyük suçunun ne olduğunu bilmiyor musun? Hiçbir şeye inanmaman değil. Tanrı’yı inkâr etmen de değil, hayır, kendini Tanrı kabul etmendir. Tanrı olmaya soyunmandır. İnsanoğluna has olmayan, yalnızca Tanrı’ya ait şeylerle meşgul olmandır. Hayra mı, şerre mi, hangi gayeye hizmet ediyor pek önemli değil… Ilık bir yaz sabahı. Bakü’nün dar, eğri büğrü sokaklarından biri… Tek katlı evin önündeki kaldırım. Yaşlı ve çıplak kafasının şakakları beyazlaşmış, cafcaflı gömleğinin altından sert tüyleri görünen biri. Önce kaldırımı suluyor (sıcak asfalttan yükselen buhar)… Üzerine gazete serili tabure, tabure üzerine konmuş bir bardak çay… Zencefil, karanfil, limon kokusu… Kıtlama şekerini çaya daldırıp ağzına atıyor, sonra da çaydan bir yudum alıyor…

      Bunu neden hatırladım? Kimdi, nem oluyordu bu adam? Hiçbir şeyim… Sabah erkenden tramvayla Buzovna’dan2 Bakü’ye gelmiştim, evimize doğru giderken çayını yudumlayan bu adamı görmüştüm. Tanışım falan da değildi. Kendisini ilk defa görüyordum. Hiçbir sebep yokken bu sahne hafızama neden kazınmıştı peki?

      Hayıflanıyor muydum! Evimizin önündeki kaldırımı neden onun gibi sulamadım, taburenin üzerine gazete sererek üzerine bir bardak limonlu, zencefilli çay koyup da kıtlama şekerle içmedim!

      Böylesine kokulu çayları az içmemişti, ama neden böylesine sıradan, küçücük sevinçlerle dolu, sakin, gürültüsüz patırtısız bir hayatı yaşamadı. Yaşamını neden büyük gayelerin esirine çevirdi?!

      Diyorlar ki, ölüm öncesinde… (..kim diyor? Öldükten sonra kim dirilmiş de gördüklerini anlatmış…tasavvufçuların pervanesini hatırladım) evet, ölümden önce insanın sağgörüsü açılıyor, zaman ölçüsü değişiyor, yaşananların tamamı bir an içinde film şeridi gibi gelip gözünün önünden geçiyor. Eski Hint inançlarında da olan üçüncü göz anlayışı konusunu bir yerlerde okumuştu.. Hint ilahlarından olan Şiva, üçüncü gözünü açtığında rakibini bakışlarıyla yakıp küle döndürüyor.

      Sırtımı çizgi çizgi sızlatan kamçı yerleri. Vücudumdaki ağrılar. Bunlardan kurtulmak istedim. Çimenlik, üşüyen ıslak bedenimin ürpertisi. Soğuktan titriyordum.. Kaçmak…hemen kaçmak, bu anılardan kaçıp kurtulmak…

      …Gurup vaktinde denize doğru sürüp gittiğim üstü açık araba. Bulutlar patlıcan moru renginde… Garip Abşeron akşamının hazin kederi… Rüzgâr, yanımda oturan gözleri gamla dolu kızın kumral saçlarını yüzüme savuruyor, saçları yanaklarımı dövüyor, bazıları ise yolunu şaşırıp ağzımın içine dalıyor.. En büyük arzum…keşke bu yol hiç bitmese, keşke deniz uzaklaşabildiği kadar uzaklaşsa, keşke


Скачать книгу

<p>1</p>

“Roza Mira” adlı eserin yazarı Daniil Andreyev meşhur Rus yazar Leonid Andreyev’in oğludur. Kendi de yazar olan Daniil, cellat Stalin’in sürgün ve yok etme siyasetinin kurbanlarından biridir.

<p>2</p>

Bakü’nün bir ilçesi.