İstanbul. Edmondo De Amicis

Читать онлайн книгу.

İstanbul - Edmondo De Amicis


Скачать книгу
tütün dükkânının arasından epeyce yürünür: Tütün; kahve, afyon ve şaraptan sonra zevk çadırının dördüncü direği ya da zevklerin dördüncü sediridir, tıpkı kahve gibi bir zamanlar müftülerin ve padişahların cezalarına çarptırılmış ve bu nedenle daha da zevkli hâle gelmiş tütün işkence ve eziyetlerin temel sebebidir. Tüm yol bu tütüncüler tarafından kuşatılmıştır. Rafların üzerinde, üzerlerine limon konulmuş piramit şeklinde ya da yuvarlak gibi duran tütünler sergilenir. Burada meşhur Antakya Lazkiye tütünü, sarı ve ipek gibi ince sarayburnu tütünü, sigaralık ya da çubukluk tütün, Galata’daki heybetli hamallardan, sarayların bahçelerinde sıkıntılarını atmak için kullanan cariyelere kadar pek çok insana özel lezzette ve sertlikte tütünler bulunur. Tombeki, en sert tütünlerden biridir, ilaç kavanozlarında saklanır ve eğer dumanı nargilenin suyuna karışmadan direkt ağıza gelirse en kadim sigara tiryakisinin bile aklını başından alabilir. Tütüncülerin neredeyse tümü Rum ve Ermeni’dir, müşterilerine oldukça kibar davranırlar, müşteriler beklerken onlarla sohbet ederler, buraya Hariciye Nezareti memurları ve seraskerler de uğrar, zaman zaman önemli kişilerle de karşılaşılır burada, politika dışında başka bir şeylerden konuşulur, havadisler toplanır ve olan bitenden bahsedilir, aslında burası bir mola yeri gibidir, sigaranın ve sohbetin tadına varmak için geçerken bile olsa buraya uğramak için sizi davet eden küçük ve asil bir çarşıdır burası. Dümdüz ilerleyince, asma yaprakları ile süslenmiş eski kemerli bir kapının içinden geçer ve taştan, genişçe bir binayla yüz yüze gelirsiniz, buraya düz ve uzun bir yoldan çıkılır, yol karanlık dükkânlarla kuşatılmıştır, insanlar, sandıklar, çuvallar ve mal yığınları ile darmadağın görünür. İçeri girince sizi neredeyse geri çıkmaya mecbur bırakan aromalı keskin bir koku duyarsınız. Burası Hindistan, Suriye, Mısır ve Arabistan’dan gelen bir sürü yiyeceğin toplanıp cariyelerin küçük yüzlerini ve minik ellerini renklendirmek için kullandığı, odalara, hamamlara, ağızlara, sakallara ve yemeklere güzel kokular veren, güçten düşen paşaya can veren, mutsuz gelinleri sakinleştiren, tiryakileri uyuşturan, hayalleri coşturan, bu sonsuz şehire sarhoşluk ve unutkanlık dağıtan esans, tablet, toz ve merhemlere dönüştürüldüğü Mısır Çarşısı’dır. Bu çarşıda birkaç adım atınca, başınızda bir ağırlık hissi oluşmaya başlar ve kaçarcasına buradan uzaklaşırsanız da o sıcak, o ağır havanın hissi, sizi sarhoş eden kokular hâlâ açık havanın içinde dolaşarak peşinizi bırakmaz, böylece Doğu’nun en anlamlı ve en içten izlenimlerinden biri olarak hafızanızda derin bir yer edinir.

screen_80_170_152

      Mısır Çarşısı’ndan çıkınca, gürültülü kazan atölyelerinin, sokağı mide bulandıran kokularla dolduran Türk meyhanelerinin, sonsuz sayıda isimsiz ıvır zıvırın üretilip satıldığı küçük dükkânlar, nişler ve karanlık noktaların arasından geçilerek nihayet Kapalıçarşı’ya varılır.

      Ancak oraya varmadan önce kendinizi üstünüze atlayan satıcılardan korumanız gerektiğini unutmayın.

      Giriş kapısına yüz adım kalınca, etrafınızı bir bakışta sizin yabancı olduğunuzu ve çarşıya ilk defa geldiğinizi anlayan, nereli olduğunuzu az çok tahmin edebilen ve buna göre size yanaştığında dilinizi konuşmaya çalışan ve çok nadir konuştuğu dilde yanılan simsarlar ve simsarların simsarları etrafınızı sarar.

      Ellerinde fesleri, dudaklarında tebessüm ile size yaklaşır ve hizmetlerinden bahsederler.

      Neredeyse her zaman şaşmaksızın şöyle bir konuşma geçer:

      “Hiçbir şey almayacağım.” diye cevap verirsiniz.

      “Ne önemi var efendim, benim istediğim yalnızca size çarşıyı gezdirmek.”

      “Çarşıyı gezmek istemiyorum.”

      “Ama ben sizi bedavaya gezdireceğim.”

      “Bedava da olsa gezdirilmek istemiyorum.”

      “Tamam o zaman, size sadece caddenin sonuna kadar eşlik edeyim, başka bir gün geldiğinizde nereden ne alınır böylece öğrenmiş olursunuz.”

      “Tamam da ya hiçbir şey satın almak falan istemiyorsam!”

      “Başka bir şeyden konuşuruz efendim. Ne kadardır İstanbul’dasınız? Otelinizden memnun musunuz? Camileri gezmeye fırsat bulabildiniz mi?”

      “O zaman size şöyle diyeyim, konuşmak istemiyorum, yalnız kalmak istiyorum.”

      “Peki, o zaman ben sizi yalnız bırakayım, on adım arkanızdan sizi takip ederim.”

      “Ama neden beni takip etmek istiyorsunuz?”

      “Dükkânlarda sizi kandırmalarına müsaade etmemek için.”

      “Peki ya dükkânlara girmezsem!”

      “O zaman sizi sokaklarda rahatsız etmelerini engellemek için.”

      Kısacası ya bırakacaksınız sizin peşinizden gelecekler ya da boşa nefesinizi tüketmeye devam edeceksiniz. Kapalıçarşı’nın dışından içinde neler olduğunu tahmin bile edemezsiniz, dışında dikkat çeken hiçbir detay yoktur. Bizans stilinde inşa edilen bu devasa taştan yapı, düzensiz, yüksek gri duvarlarla çevrilidir ve içeriye ışık girmesine fırsat veren delikleriyle yüzlerce kurşun kaplı kubbeye sahiptir. Ana girişi mimari açıdan çok bir şey ifade etmeyen kemerli bir kapıdan oluşur, etrafındaki sokaklardan hiçbir ses duyulmaz, kapıdan dört adım atınca bu duvarların arasında yalnızlık ve sessizlikten başka hiçbir şey olmadığına inanabilirsiniz. Ancak biraz daha içeri girince şaşkınlığa uğrarsınız. Burası bir binanın içinden çok, kemerli tonozlarla kaplı sokaklar, oyulmuş sütunlar ve kolonlar ile çevrili bir labirenti andırır; camileriyle, çeşmeleriyle, kavşakları, meydanları, güneş ışığının zar zor girebildiği sık bir orman gibi belli belirsiz bir ışıkla aydınlanan ve büyük bir kalabalığın devamlı koşturduğu minyatür bir şehir gibidir. Her sokak ayrı bir çarşıdır ve neredeyse tümü, girişik süslerle bezeli, siyah ve beyaz taşların oluşturduğu bir kemerle çevrelenmiş ve bir caminin avlusuna benzeyen ana caddeye bağlıdır. Bu yarı karanlık sokaklarda akan kalabalığın ortasında sağır edici bir gürültü ile develer, süvariler ve arabalar geçer gider. Mütemadiyen lafla ya da işaretle birileri sizi dükkânlarına çağırır. Rum tüccar bağırarak ve âdeta sizi zorlarmış gibi el kol işaretleri yaparak seslenir, Ermeni tüccar aşırı derecede kurnazdır ancak saygılı tavrıyla daha mütevazı görünür, Yahudi tüccar yapacağı indirimi kulağınıza fısıldar, Türk tüccar ise sessiz sakin dükkanın eşiğindeki yastığının üzerine çömelmiş hâlde müşterilerini yalnızca gözleriyle davet eder, gerisini şansa ve kadere bırakır. On farklı ses aynı anda size bağırır: “Mösyö! Kaptan! Caballero! Signore! Ekselans! Kyrie! Lordum!” Her dönüşte, yan kapılardan kemerli mafsallar ve sütunlar, uzun koridorlar, daracık sokaklar, uzak ve birbiri arasına geçmiş çarşılar, dükkânlar, duvarlara asılan malzemeler, işi başından aşkın tüccarlar, sırtında küfesi ile hamallar, türbanlı kadın grupları, bir durup bir yeniden hareketlenen gürültülü kalabalıklar, baş döndürücü bir eşya ve insan çalkalanması görülür.

      Bu kargaşa yalnızca görünüştedir tabii ki. Bu dev çarşı bir kışla gibi nizama sahiptir ve hiç kimsenin rehberliğine ihtiyaç duymadan birkaç saat içinde aradığınızı şıp diye bulacak seviyeye gelirsiniz. Her tür mal kendi küçük mahallesine, sokağına, koridoruna ya da meydanına sahiptir. Yani genişçe bir evin odaları gibi, biri diğerinin içinde yüzü aşkın küçük pazar vardır, her çarşı aynı zamanda bir müze, bir mesire, bir pazar ve bir tiyatrodur ve bunların içine hiçbir ücret ödemeden girebilir, her


Скачать книгу