Perili Köşk. Омер Сейфеддин
Читать онлайн книгу.Hem bu Türk zengindi. Kızına gayet kıymetli hediyeler veriyordu… Fakat bedava ve sadık tercümanının kızına âşık olduğunu, onunla izdivaç etmek istediğini duyduğu vakit çok hiddetlendi. Bir Türk’e kızını vermek… Bu mümkün müydü? Bir barbara, bir vahşiye, bir medeniyet düşmanına, hasılı bir Türk’e nasıl kız verilirdi? Şiddetle reddetti. Aradan birkaç ay geçti. Lakin tuhaftı; kızı da bu Türk’ü istiyordu. Mösyö Vitalis, gençliğinden beri İspanya’da kurduğu şatoların temellerini birden kazılmış gördü. Büyük bir menfaat onu bekliyordu… Biraz filozoflaştı, biraz âlimleşti. İtalya’da, aç ve sefil günlerde bütün ruhuyla itikat ettiği sosyalizm nazariyeleri tekrar muhakemesine avdet etti.
Bir gün kızına dedi ki:
“Zanneder misin, bu Kenan bir Türk’tür?”
Grazya tehalükle:
“Asla, asla! Kenan asla bir Türk değildir. Ve bir Türk olamaz…” diye cevap vermişti.
Sonra uzun uzadıya hasbihâl ettiler. Mösyö Vitalis, kızına tarihten, ensabiyat ilminden bahis açtı; Bizans İmparatorluğu’nu zapt eden Türkler ancak bir avuçtu…
Bugün görülen Rumeli ve Anadolu ahalisi hep Rum’du. Fakat zorla dinleri tebdil edilmişti. Evet, Kenan da bir Rum çocuğuydu. Türkiye, Avrupalılar tarafından taksim edildikten sonra, hiç şüphesiz, Rumeli ve Anadolu’da Türk namı altında yaşayan on yedi milyon Rum, eski dinlerine dönecek, Hristiyan olacaklardı… Mösyö Vitalis böyle anlatıyor, bütün Türkiye’de sultanın ailesinden başka Türk bir familya olmadığını ve hatta bunu aklı eren malumatlı Türklerin de itiraf ettiklerini ilave ediyor; Grazya şaşıyor ve seviniyordu. Kenan tekrar davet edildi. Bu musahabeler yanında açıldı. Tarihleriyle, eserleriyle, ananeleriyle, kahramanlıklarıyla şöhret kazanan daha Abbasiler zamanında Garp’a üşüşmeye başlayan milyonlarca Türk’ü, Karamanlıları, Selçukluları, Akkoyunluları, Karakeçilileri unutarak, Osman hanedanının zuhurundan birkaç sene evvel Rumeli’ye, Vardar Vadisi’ne geçen bahadır Türklerin vücudunu inkâr ederek, o da, Türkiye’de hiç Türk bulunmadığını tasdik etti.
Baba kız hayalleriyle Kenan’ı Rum olarak kabul ettikten sonra, izdivacı o kadar imkânsız görmediler. Mösyö Vitalis iki sene evvel ölen babasından Kenan’a on beş bin liralık bir miras kaldığını öğrenmişti. Bu mühim bir para idi, hususiyle Türkiye’de. Sonra Şark meselesi halledilince, yani Türkiye, Avrupalılar tarafından parça parça taksim edilince en büyük mevkileri böyle Kenan gibi mütefennin, Avrupa’da tahsil görmüş, yerlilerin ruhuna vakıf, muktedir adamlar işgal edecekti. Evet Grasya’nın talihi iyiydi… Mösyö Vitalis izdivaca müsait göründü. Lakin birkaç ehemmiyetsiz şartı vardı. Kenan, izdivaçtan evvel iratlarını satacak, kızına beş bin lira verecek, Türk âdetlerine sadık kalmış mutaassıp akrabalarıyla asla münasebet ve ülfette bulunamayacak, doğacak çocukları İtalyan terbiyesi görecek ve İtalyan olacak. Grazya, her hususta serbest bulunacak… Kendisine de bazı teşebbüslerinde kullanılmak için, borç gibi, beş bin lira verilecek! Kenan, hemen İstanbul’a gitmiş, satılacak şeyleri satmış, bütün şartları kabul ederek Grazya ile birleşmişti, iki sene içinde birbiri üstüne iki erkek çocuğu olmuştu. Gayet mesuttu. İtalyan âdetini takip ederek çocuklarını numara ile çağırıyorlar: “Primo, Sekundo!” diyorlardı. Sekundo iki sene evvel hastalanmış ve ölmüştü. Şimdi yalnız Primo ile kalmışlardı… Mösyö Vitalis, meşrutiyetin ilanından sonra Türkiye’de işlerin iyi gitmeyeceğini vehmederek binlerce lira ile on parasız geldiği İtalya’ya gitmişti. Orada bir çiftlik almış, işten el çekmişti. Kızına ve damadına her hafta bir kartpostal ve her ay uzun bir mektup gönderiyordu…
Acaba bu tecavüzün üzerine neler yazacak, İtalyan armadasının galebesini, İtalyan askerinin kahramanlıklarını nasıl methedecekti! Kenan bilmediği bir yerinden yaralanmış gibi yüzünü buruşturdu. Uyuyamıyordu…
Şimdi babası Grazya’yı ve kendisini İtalya’ya çağırmayacak mıydı? Ne yapacaktı? Gidecek miydi? Hayır… O hâlde…
Acaba Grazya, tabiiyetini tebdil etmeye razı olacak mıydı? Çocukları vardı! İşte on seneye yakın birbirlerini o kadar seviyorlardı… Şakaklarından soğuk terler akıyordu. Cebinden mendilini çıkardı. Yüzünü sildi. Saçlarını parmaklarıyla karıştırdı. Gözlerini açtığı vakit pencereden, dışarısının aydınlanmakta olduğunu gördü. Sabah oluyordu.
Ömründe ilk defa bütün geceyi uykusuz geçiriyordu. Ayağa kalktı. Gerindi. Başı ağrıdan uyuşmuş gibiydi. Pencereye yaklaştı. Sokağa baktı. Karşıki binanın ikinci katındaki balkona yaşlıca bir kadın birtakım örtüler asıyor ve rıhtımda koyu lacivert bir deniz, koyu lacivert bir sema altında uzanıp gidiyordu. Sokağın içinde birkaç Yahudi kavga eder gibi konuşuyor, yirmi otuz kişilik bir gürültü husule getiriyordu. Döndü. Tekrar yatağa uzandı. Gözlerini kapadı. Uyuyamıyor, içinden “Ne yapacağım? Ne yapacağım?” diyor, hiçbir karar veremiyor, ıstıraptan, azaptan kıvranıyordu…
Otelin kapısından çıkınca gözleri kamaştı. Büyük bir güneş zeval noktasına yaklaşmış, ortalığı çiy, şedit ve beyaz bir ziya içinde bırakmıştı. Deniz sakin ve mavi idi. Arabalar, tramvaylar, yine eskisi gibi geçiyor, herkes sanki eskisinden biraz daha hızlı yürüyordu.
Tramvaya binmedi. Beyazkule’ye kadar yayan gitmek istedi… Evvela deniz kenarını takip etti. Bu taraf çok tenha idi. Tek tük birkaç kişi geçiyordu.
Sonra yine binalar cihetine saptı. Meyus bir çehre rast gelmiyordu. Aksine şapkalıları daha şen, daha mesut görüyordu. Tüccar kâtipleri, mağaza memurları, kendi kendilerine hayali bir ehemmiyet veren tatlı su Frenkleri, hasılı bütün bu renksiz ve Türklüğe düşman güruh, seviniyordu, iyice dikkat etti. Hariçten biri gelse mutlaka bugün bir bayram var zannedecekti. Asabileşiyor, dişlerini sıkıyor, dudaklarını ısırıyor:
“Sevininiz hainler, sevininiz! Bizim felaketimiz sizin için saadettir!” diyordu.
Beyazkule’ye geldi. Duvarları yıkma ameliyesi tatil olunmuştu, İttihat Bahçesi’nin önünde durdu. Asker Kulübü’nün karşısında boş bir araba duruyordu. “Binsem mi?” diye düşündü. Vazgeçti. Ne oldukları belirsiz, irili ufaklı çocuklar, Fransızca ilaveleri birbirlerine okuyorlar, katılacak derecede gülüyorlar ve itişiyorlardı. Güneş yüzünü yakıyordu. Hava gazı direğinin dibinde birkaç ecnebi kadınla birkaç şapkalı duruyor ve tramvayı bekliyordu. Erkekler şüphesiz yeni başlayan harbi, düşman filosunun muzafferiyetini anlatıyorlar ve kadınlar mesrur bir merakla dinliyorlardı. Nihayet uzaktan yaklaştığı görülen tramvay geldi. Ağzı ağzına dolu idi. Yalılarda oturanlar öğle yemeğine dönüyorlardı. Yer yoktu. Arkadaki arabaya atladı. Kondüktörün mevkiinde ayakta durdu. Herkes birbiriyle konuşuyordu. Türkçe bir kelime geçmiyordu. Dikkat etti. Tramvayın içine baktı. Kadın erkek hepsi şapkalı idi. İğne atılsa yere düşmeyecek olan bu koca müteharrik ve umumi maskenin içinde kendisiyle beraber ancak üç fesli vardı. Diğer iki fesli de tramvayı idare eden adamla biletçi idi.
Tramvay yürürken bu vicdan ezici mağlubiyet ve perişanlık manzarasını görmemek için artık dışarısını seyrediyordu. Yalısına yaklaşmıştı. Neden sonra tekrar dikkat etti. İşte aksi gibi bir fesli geçmiyordu. Hep şapkalı, şapkalı, şapkalı… Kendi kendini teselli etmek, bütün bütün yeise ve ümitsizliğe bırakmamak istedi:
“Garip tesadüf?” dedi. “Bu kadar yolda bir feslinin geçmemesi pek garip…”
Küçük, zarif yalısı ölmüş gibi sessizdi. Bütün panjurlar kapalıydı. Bahçeden geçti. Taş merdiveni çıktı, çana bastı. Hizmetçi kız geldi. Kapıyı açtı. Asabi bir istical ile sordu:
“Madam nerede?”
“Sabahleyin araba getirtti. Dışarı