Efruz Bey. Омер Сейфеддин
Читать онлайн книгу.telaffuz ediyordu: “Efruz Bey, Efruz Bey…”
… Artık sabah oluyor, yıldızları silinen göklerin menekşe rengindeki ziyaları camları parlatıyordu. Efruz Bey yirmi dört saattir ne yemiş ne içmiş ne de uyumuştu. Vücudunda hiç yorgunluk duymuyordu. Sinirlerinde, hayalinde öyle şiddetli bir faaliyet vardı ki oturamıyor, duramıyordu. Bu sefer asıl ismini öğrenen halk kim bilir onu nasıl alkışlayacaktı; “Yaşasın Efruz Bey!” diye bağıracaklardı. İsminin aksiyle İstanbul’un yedi tepesi, dünyanın bütün tepeleri, dağları, nehirleri, bataklıkları, gölleri, çölleri, ormanları, yanardağları, hatta be hatta cümudiyeleri çınlayacaktı. Zihni o derece hayal ile dolu idi ki… fikirlerini seçemiyor, bugün ne yapacağını tayin edemiyordu. Hakikaten yapacak çok şey vardı. Fakat bunlar neydi? Bunları henüz tasavvur bile edemiyordu. Durdu. Yorulmamış bir azmin bütün kuvvetiyle gerildi. Ellerini kalçalarına koydu. Avazı çıktığı kadar bağırdı:
“Yaşasın Efruz Bey!”
......
Bütün ev halkı, annesi, dadısı, hizmetçi kızlar, evlatlık, “Ne oluyoruz?” diye yataklarından fırlayarak onun odasına koştular. Efruz Bey’i bu kadar erken giyinmiş, dışarı çıkacak gibi hazırlanmış görünce şaşırdılar. Bilmiyorlardı ki o bu sabah giyinmemiş, yani dün gece hiç soyunmamıştı. Kenarı gümüşi yollu beyaz bir yemeni ile saçlarını sımsıkı bağlamış olan annesi “Ahmetçiğim, niye bağırdın? Sana bir şey mi oldu? Ödümüzü kopardın. Ne var?” diye boynuna sarılmak istedi. Efruz Bey hiddetli hiddetli haykırdı:
“Hâlâ bana… hâlâ bana ‘Ahmet’ diyorsunuz ha?”
“Ne diyelim?”
“Asıl ismimi söyleyiniz.”
“Asıl ismin ‘Ahmet’ değil mi? Sen deli mi oldun?”
“Sen deli olmuşsun anne! Benim ismim ‘Ahmet’ mi?”
“…”
Bu kadar büyük bir iman, bir katiyet karşısında şaşalayan, ağzı açılıp içinden dili birkaç santimetre dışarı çıkan zavallı kadın, gözlerini kırparak tekrar sordu: “Ya ne?”
“Efruz…”
“Ne?”
“Efruz…”
Pek uzun süren birkaç saniye içinde anne, kızlar, dadı, hepsi birbirlerine bakıştılar. Sofu kadın böyle isim değiştirmeyi en büyük cinayet sayıyordu. Sarayda “kapı yoldaşları”nın bazısının güzel isimleri olurdu. Yeni gelen halayıklara vermek için bu güzel isimlilerden birisinin ismi alınır, kendisine başka bir isim verilirse ismin eski sahibi olan kız yıllarca ağlar, bedbaht olurdu. Hatta bir arkadaşını hatırlıyordu. On bir senelik ismini alıp yeni gelen bir kıza verdikleri için inat etmiş, günlerce yemek yememiş, açlıkla kendini öldürmüştü.
Efruz… Hem bu nasıl isimdi?
“Oğlum, sen Müslüman’sın, böyle gâvur ismi takınmaya utanmaz mısın?”
“Bu gâvurca değil, Farisice…”
“Nece olursa olsun, hiç böyle isim işitilmemiş!”
“…”
Efruz Bey o kadar kati söylüyordu ki annesi, dadısı, kızlar, nasıl olduğunu bilmedikleri hâlde, onun asıl isminin “Efruz” olduğuna inanır gibi oluyorlardı.
… Ortalık tamamıyla aydınlanmıştı. Hürriyetçiler hezeyana uğramış bir çılgın sürüsü hâlinde sokağa birikmişlerdi. Bu sefer ellerinde allı beyazlı hürriyet bayrakları da vardı. Bağrışıyorlardı.
Efruz Bey camı açık pencereden başını çıkardı. Bu vatanperverlere baktı. Beş on bin kişi vardı. Aralarına irili ufaklı mektep çocukları da karışmıştı. Üç kalabalık bando, dün halkın güftesini değiştirdiği marşı çalıyor, çocuklar… büyükler… hepsi avazları çıktığı kadar haykırıyorlardı:
Kalkın ey Osmanlılar!
Biz de şâdân olalım,
Bir Jön Türk’ün uğruna
Biz de kurban olalım…
Zavallıların asıl kendi isminden haberleri yoktu. Bu umumi cehalete acıdı. Az kalsın gözleri yaşaracaktı, eliyle sükût işareti etti.
Bütün bandolar, bağıranlar sustular.
“Ne istiyorsunuz vatandaşlar?”
Halk bir ağızdan cevap verdi:
“Seni, seni…”
“Ben kimim?”
“Jön Türk’sün, Jön Türk’sün…”
“İsmim ne?”
“Bilmiyoruz. İsmin ne? İsmin ne?”
“Efruz…”
“…”
“Efruz…”
Halk bu ismi işitince hakikaten çıldırdı. Sanki hepsi sarhoştu. El şakırtıları, “Yaşasın!” sedaları arasında tekrarladıkları bu isim pek hoşlarına gidiyordu.
Efruz Bey her sabahki tıraş âdetini bile yapamadı. Yalnız lavabonun önündeki aynaya yaklaştı. Siyah bir pomatla çabuk çabuk bıyıklarını kıvırdı. Merdivenleri dörder dörder atlayarak aşağı indi. Kapıyı açtı. Dışarı çıktı. Dışarı çıkar çıkmaz halk onu yakaladı. Omuzlarına aldı.
Hareket başladı.
Harbiye Mektebi, Taksim Bahçesi’yle Cadde-i Kebir… Her taraf hürriyet bayraklarıyla donatılmıştı. Sokak başlarında yeni yeni bandolar cemiyete katılıyor, halk dün bozduğu güfteyi bugün bir kat daha bozuyor, haykırıyordu:
Kalkın ey hür kardeşler,
Biz de şâdân olalım,
Efruz Bey’in uğruna
Gelin kurban olalım…
… İlk defa Babıali’de bağırarak ilan ettiği bu hürriyeti idare etmek için bir merkez lazımdı. Efruz Bey alkışla bağrıştan başka bir şey düşünmeyen halkın elleri üstünde bunu düşündü. Köprü’yü geçerken daha böyle bir merkez kararlaştıramamıştı. Yeni Postane binası aklına geldi. Bu müşküldü. Hem birkaç gün posta muamelesi durabilirdi. Hükûmetin haricinde bir yer aklına gelmiyordu. Düyun-ı Umumiye Dairesi… pek güzeldi. Ama altından çapanoğlu çıkma ihtimali vardı. Büyük bir yer… Demir kapısıyla, kemerli pencereleriyle gözünün önüne “Sahavet Hanı” geldi. Emretti. Bütün halk hanın yolunu tuttu. Hanın içinde ne kadar tüccar varsa sokağa atıldı.
Efruz Bey kendisine muavin seçmekte güçlüğe uğradı. Herkes hürriyetperverdi. Aralarından bazılarını seçip ayırmak müsavata muhalif bir hareketti. Sahavet Hanı’na bir saat içinde yerleşildi. Efruz Bey tellallarına hatipleri çağırttı, binden ziyade hatibin hizmetine hazır olduğunu anladı. Bunları yüzer yüzer hana topladı. İstanbul’un dört bir tarafına saldırdı. İlk teşebbüs ettiği icraat zabıta ile polis teşkilatını lağvetmek, hapishaneleri boşaltmak oldu. Fikrince polis, hürriyetin en birinci mâniasıydı. İlmin tanıdığı ahlakta kanun, hürriyetti. Bir insan ne kadar hür olursa o kadar düşünür, ne kadar düşünürse o kadar ahlaklı olurdu. Hükûmeti de kaldırmayı kurdu. Ama bu birdenbire yapılamazdı. Sabır lazımdı.
… Efruz Bey merkez ittihaz ettiği handa İstanbul’un dört bir tarafına taze taze hatipler gönderir, terfi edeceklere tavsiyenameler yazar, hürriyetperverlere vesikalar verirken ismi, şöhreti, dünkü ifşaatı yayılıyor, mübalağalanıyordu. Öğleden bir saat sonra çıkan