Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu - Erika Ewald’in Aşkı - Unutulmuş Düşler. Стефан Цвейг
Читать онлайн книгу.sana doğru koşmak, ayaklarına kapanmak için usulca kapıyı açtım… Ah, budala bir çocuk olarak o zaman ne yapardım bilmiyorum. Adımlar yaklaşıyordu, bir mum ışığı belirdi. Titreyerek kapının tokmağını tuttum. Sen miydin o gelen?
Evet, sendin, sevgilim ama yalnız değildin. Hafif, gıdıklanan birinden gelen bir gülüş, ipek bir elbisenin hışırtısını ve senin alçak sesini duydum, eve bir kadınla gelmiştin…
O gece nasıl ölmedim, bilmiyorum. Ertesi sabah, saat sekizde, beni Innsbruck’a sürüklediler; artık kendimi savunacak gücüm kalmamıştı.
Çocuğum dün gece öldü. Şimdi, gerçekten yaşamaya devam etmek zorundaysam, yine yalnız olacağım. Yarın o yabancı, karalar içindeki kaba adamlar gelecek ve bir tabut getirecekler, benim zavallı, benim tek çocuğumu onun içine yatıracaklar. Belki arkadaşlar da gelecek ve çelenkler getirecekler, ama bir tabutun üstündeki çiçeklerin ne anlamı var ki?
Beni teselli edecekler ve bazı sözler söyleyecekler, kelimeler, kelimeler; fakat ne yardımı dokunabilir ki kelimelerin bana? Biliyorum, ondan sonra yine yalnız kalmak zorunda olacağım. Ve insanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey olamaz. Bunu o zamanlar öğrenmiştim, o zamanlar, Innsbruck’ta o sonsuzmuş gibi süren iki yılda, on altı yaşımdan on sekiz yaşıma kadar, ailemin içinde bir tutuklu, toplum dışı birisi gibi yaşadığım yıllar içerisinde öğrendim. Üvey babam çok sakin ve az konuşan bir adamdı ve bana iyi davranıyordu, annem sanki bilmeden bana yaptığı bir haksızlığın cezasını çekiyormuş gibi, bütün isteklerimi karşılamaya hazırdı, genç insanlar benimle ilgileniyorlar, ama ben onların hepsini büyük bir inatla geri çeviriyordum.
Senden uzaktayken mutlu, memnun yaşamak istemiyordum, kendimi acılardan ve yalnızlıktan oluşan karanlık bir dünyaya gömmüştüm. Bana aldıkları yeni ve renkli giysileri giymiyordum, konserlere, tiyatrolara gitmeyi veya neşeli gruplarla birlikte gezilere katılmayı reddediyordum. Sokağa bile çıkmıyordum neredeyse: İki yıl yaşadığım o küçük şehirde on cadde bile tanımadığıma inanır mısın sevgilim? Matem tutuyordum ve matem tutmak istiyordum da, seni görmekten mahrum oluşuma, kendimi mahkûm ettiğim bütün öteki mahrumiyetleri de ekliyordum. Ve sonra, dikkatimin sadece sende yaşamayla ilgili tutkumdan başkaca bir şeye kaymasını istemiyordum. Evde tek başıma oturuyor, saatlerce, günlerce seni düşünmekten başka hiçbir şey yapmıyordum, sana ait yüzlerce küçük hatıramı, her karşılaşmayı, her bekleyişi kendim için tekrar tekrar yeniliyor, bu küçük olayları birer birer tiyatrodaymışım gibi kendi kendime oynuyordum. Ve bu yüzden, yani o zamanlara ait her saniyeyi kendi kendime defalarca tekrar ettiğim için, bütün çocukluğum belleğimde öylesine yakıcı bir anı olarak kaldı ki, o geçmişte kalan yılların her dakikasını sanki daha dün kanımda dolaşmış gibi sıcak ve canlı hissedebiliyorum.
O zamanlar yalnızca sende yaşadım. Bütün kitaplarını satın aldım; gazetede adının çıktığı günler benim için hep bir bayram günü gibiydi. Kitaplarındaki her satırı ezbere bildiğime, onları o kadar çok okuduğum için ezberlediğime inanır mısın? Bir gece birisi beni uykudan uyandırsa ve o kitaplardan herhangi bir satırı okusa, bugün bile, yani aradan on üç yıl geçtikten sonra bile sanki bir rüyadaymışım gibi devamını getirebilirim. Senin her sözcüğün benim için İncil’den bir ayet ya da dua olmuştu. Bütün dünya yalnızca seninle ilgili olduğu kadar vardı: Viyana gazetelerinde konser, gala haberlerini sadece onlardan hangisinin seni ilgilendirebileceği düşüncesiyle okurdum ve akşam olduğunda sana uzaktan eşlik ederdim: Şimdi salona giriyor, şimdi yerine oturuyor. Seni yalnızca tek bir defa bir konserde gördüğüm için, bin defa bunun hayalini kurdum.
Ama neden anlatıyorum bütün bunları, terk edilmiş bir çocuğun bu delice, kendi kendisini yiyip bitiren, böylesine trajik bir umutsuzluk saplantısını, bunları asla fark etmemiş, asla bilmemiş birisine neden anlatıyorum? Ama o zamanlar ben gerçekten de hâlâ bir çocuk muydum? On yedi oldum, on sekiz oldum. Genç insanlar, sokakta dönüp bana bakmaya başlamışlardı, fakat bu beni sadece sinirlendiriyordu. Çünkü senden başka birisini düşünerek âşık olmak, hatta yalnızca bir aşk oyunu oynamak, bana son derece açıklanamaz, son derece düşünülemez bir biçimde yabancıydı, hatta bunu denemek benim için suç işlemekten farksız olurdu. Sana olan tutkum aynı kaldı, sadece bedenimle birlikte o da değişti, daha bir uyanmış olan duygularımla birlikte daha yakıcı, daha bir bedensel ve kadınsı oldu. Ve bir zamanlar senin kapının zilini çalan çocuğun o bulanık ve eğitilmemiş iradesiyle bilemeyeceği şey, artık tek bir düşünceye dönüşmüştü: Kendimi sana armağan etmek, senin olmak.
Çevremdeki insanlar ürkek olduğumu düşünüyor, çekingen olduğumu söylüyorlardı, sırrımı büyük bir dirençle dişlerimin arkasında gizliyordum. Ama içimde demir gibi bir irade kökleşmişti. Bütün düşüncem ve çabalarım tek bir hedefe yönelikti: Viyana’ya geri dönmek, sana geri dönmek. Ve başkalarına ne kadar anlamsız, ne kadar anlaşılmaz gözükürse gözüksün, amacımı zorla yerine getirdim. Üvey babam varlıklıydı ve beni kendi öz çocuğu gibi görüyordu. Ama ben, inatla ve ısrarla kendi paramı kazanmak istediğimi söyledim ve sonunda Viyana’da büyük bir hazır giyim mağazasında çalışmak üzere, bir akrabanın yanına gitmeyi başardım.
Sisli bir sonbahar akşamı –sonunda, sonunda!– Viyana’ya vardığımda, ilk gittiğim yerin neresi olduğunu bilmem sana söylememe gerek var mı? Bavulumu garda bıraktım, bir tramvaya koşturdum -bana çok yavaş gidiyormuş gibi geldi, her durakta sinirleniyordum-ve evinin önüne gittim. Pencerelerinde ışık vardı, yüreğim deli gibi çarpıyordu. O zamana kadar bana öyle yabancı kalmış, öyle anlamsızca çevremde olan bir şehir, ancak şimdi yaşamaya başlamıştı, ben de ancak şimdi yeniden yaşamaya başlamıştım, çünkü senin, sonsuz rüyamın artık yakınımda olduğunu seziyordum. Aslında şimdi senin bilincine, vadilerin, dağların ve nehirlerin ötesine olduğumdan daha uzak olduğumu elbette bilemezdim, çünkü seninle benim yukarıya diktiğim pırıl pırıl bakışlarım arasında yalnızca pencerenin ince ve parlak camı vardı. Ben sadece hep yukarıya, yukarıya bakmaktaydım: orada ışık vardı, orada o ev vardı, orada sen vardın, orada benim dünyam vardı. İki yıl boyunca hep bu anı hayal etmiştim ve şimdi o an bana armağan edilmişti. O uzun, yumuşak, bulutlu akşam boyunca pencerelerinin önünde ışık sönene kadar durdum. Ancak ondan sonra eve gittim.
Sonra her akşam böyle evinin önünde durdum. Akşam altıya kadar işteydim, zor ve yorucu bir işti, fakat seviyordum, çünkü işin huzursuzluğu kendi huzursuzluğumun acısını daha az hissetmemi sağlıyordu. Ve demir kepenkler arkamdan gürültüyle iner inmez sevdiğim hedefe koşuyordum. Seni sadece bir defa olsun görmek, seninle karşılaşmak, uzaktan da olsa bakışlarımla yüzünü kucaklayabilmek tek arzumdu. Tahminen bir hafta sonra nihayet sana rastlayabildim, hem de hiç tahmin etmediğim bir anda. Ben senin yukarıdaki pencerelerini gözetlerken sen caddeyi geçip geldin. Ve ben birdenbire tekrar çocuk oldum, o on üç yaşındaki, kanın yanaklarımı doldurduğunu hissettim; içimin en derinindeki senin gözlerini hissetmenin özlemine rağmen gayriihtiyari başımı eğdim ve şimşek gibi, arkamdan kovalanıyormuşçasına koşarak yanından geçtim. Daha sonra böyle, okullu kızlar gibi davranarak kaçtığım için utandım, zira artık amacım belliydi: seninle karşılaşmak istiyor, seni arıyor, özlemle harcanmış onca boş geçen yılın ardından nihayet senin tarafından tanınmak, senin tarafından dikkate alınmak ve sevilmek istiyordum.
Ama sen, tipi hâlinde yağan karın altında ve Viyana’nın o keskin sert rüzgârında bile her akşam sokağında beklediğim hâlde, beni uzun bir süre fark etmedin. Çoğu zaman saatlerce boş yere bekledim ve sen sonunda dostlarınla birlikte evden çıkıp gittin, iki defa da seni kadınlarla birlikte gördüm ve o zaman artık bir yetişkin olarak sana olan duygumun farklılaştığını, yabancı bir kadının kendinden çok emin bir ifadeyle senin koluna girerek seninle birlikte yürüyüp gittiğini gördüğümde birdenbire