Sessiz Göç. Анонимный автор
Читать онлайн книгу.ahmut’un
SESSİZ GÖÇDoğumunun 1000. Yılında 1000 Hikaye Uluslararası Kaşgarlı Mahmut Hikaye YarışmasıDereceye Giren Hikayeler 1
SUNUŞ
İki cilt halinde yayımlanan bu kitap, Avrasya Yazarlar Birliği öncülüğünde; Büyük Türk âlimi Kaşgarlı Mahmut’un doğumunun 1000. Yılı anısına düzenlenen “Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması”nda, kendi ülkelerinde birinci olan ve uluslararası jüri tarafından değerlendirilen onbir eserden oluşmaktadır. Türkçenin konuşulduğu ülke ve bölgelerde oluşturulan jüriler tarafından yüzlerce hikâye arasından seçilip gelen bu eserlerin; okuyucuları Türk coğrafyasının farklı iklimlerine götüreceğinden ve büyük bir beğeniyle okunacağından hiç kuşkum yok.
Bu yarışmada birinci olan eser: Türkiye’den Asuman Güzelce’nin “Sessiz Göç” adlı hikâyesi. Milletimizin binlerce yıldır yaşadığı “göç” olgusunun dramatik bir yansıması “Sessiz Göç.” “Göç” varsa, kuşkusuz ona eşlik eden bir hüzün de vardır: “Yola çıktıktan üç hafta sonra, gecenin bütün sessizlik ve karanlığıyla ortalığı kapladığı sırada, doğum sancılarım tuttu… Ne gökte bir yıldız, ne yerde bir kandil ışığı… Yalnız uzaktan uzağa uluyan kurtların sesi… Sabaha karşı Çinlilerin istediği olmuş; çocuğum ölü doğmuştu…” Bu hikâyeyi okurken Doğu Türkistan’da zulme uğrayan ve vatanını terk etmek zorunda kalan bir kadınla birlikte, zorlu tabiat şartlarına göğüs gererek Tanrı Dağları’nı aşıp Türkiye’ye sığınacaksınız…
İkinci olan eser: Uygur yazar Ablekim Zordum’un “Raişçan Koşulimenof” adlı hikâyesi. Ne ilginçtir ki, ikinci olan bu hikâye, “Sessiz Göç” adlı eserde Doğu Türkistan’ı terk edenlerin arkalarında bıraktıkları vatanın ve orada kalan insanların hikâyesi. Satır aralarında, Doğu Türkistan’daki Türk ayaklanmasının nasıl bastırıldığını ustaca anlatan Zordum, Çin komünist sisteminin bürokratik işleyişini, ironik biçimde yansıtıyor: “…Elbette bu kavunu ilk bakışta kabağa benzetebilirsiniz. Fakat onu kabak zannedenler yanıldığını anlayacak. Biz, araştırmalar yoluyla kavunun aslen kabak olduğunu kanıtladık. Artık kabak pişirilmeden yenilecek bir meyve durumuna geldi… Devletimizin bize yüklediği “ilerleme ödevini” yerine getirdik… Elbette bu denemeye vali bey çok büyük bir özen gösterdi. Onun doğru direktifleri olmasaydı, bu büyük başarılar elde edilmezdi…” Zordum’un bu hikâyesi, insanlara, “kabağı” “kavun” diye kabul ettiren komünizmin, gerçekleri nasıl bertaraf ettiğinin ipuçlarını veriyor aslında.
Üçüncü olan eser: Azerbaycanlı yazar Zakir Sadatlı’nın “Selam Baça” adlı hikâyesi. Bu hikâyede zulmün sahnesi Afganistan, Kandahar, Bedehşan, Herat… Zulmün aktörleri hiç değişmiyor… Hikâye, Afganistan işgalinde Sovyet ordusunda yer alan bir Azerbaycan Türkünün gözünden, Asker Mehmedaskeri’yi anlatıyor:
“Ne zaman Afganistan ismini duysam, gözlerimin önüne Herat gelir. Sonra o kadim ve gizemli şehrin, gözümle çektiğim ve belleğimde kalan donuk resimleri arasından, telaşlı bir genç, mezardan kalkar gibi boy verip karşıma dikilir. Bir müddet yüzüme bakıp garip garip gülümser. Nurlu çehresinde, baktıkça ağlanacak bir ölüm hüznü; mahzun bakışlarında, düşmemek için yonca yaprağına tutunan çiğ taneleri…” Bir Azerbaycanlı Türk aslında Mehmedaskeri: Ya “göç” etmiş ya bir “göçe” yetişememiş… Vatanını, milletini, dilini kaybetmiş Herat çöllerinde… Mehmetaskeri’nin çarpıcı hikâyesi “Selam Baça.”
Mansiyona layık görülen eserlerden ilki, Kırgız yazar Elmira Acıkanova’nın “Aysanat” adlı hikâyesi. Aysanat, altı çocuklu, babasız bir ailenin en büyük kızı. Aysanat, istikbalini ararken istikbali kararan bir genç kızın boşluğa yuvarlanışı… Bir hayalin ardından gidip bir girdapta kaybolan kız: “Aysanat.”
Mansiyona layık görülen eserlerden ikincisi, Kırımlı yazar Seyran Süleyman’ın “Ana Kaygısı” adlı hikâyesi. Garip bir tesadüf belki de ama bu hikâye de bir “göç” hikâyesi. Kırım’dan zorunlu göçe tabi tutulan ve o hengâmede ailesini kaybeden bir genç kızın annesini bulma sahnesi insanın kanını donduruyor: “Açlıktan öleceğim diye korkmaya başladım. Şansım yaver gitti, komşumuz Hatice teyzeye rastladım. Hatice teyze bana, babam ile ağabeyimin savaşta öldüklerini, kız kardeşimin Ural’a götürüldüğünü, anamın ise Fergana’da, Lenin Kolhozunda çalıştığını söyledi…” Lenin Kolhozuna giderek annesini bulan ve yıllar sonra Kırım’a gelip yaşamına bir huzurevinde devam eden kadının paramparça olan hayatı: “Ana Kaygısı.”
Mansiyona layık görülen eserlerden üçüncüsü, Kerküklü yazar Kemal Bayatlı’nın “İstanbul’da Bir Kerküklü” adlı hikâyesi. Kendisini Türkiye’nin bir parçası olarak gören ve “adına sınır denilen kalın çizgilerin” ardında kalan Kerkük Türklerinin Türkiye özlemi: “Geceleri kulağımızı transistorlu radyolara dayayarak, Türkiye Radyosundan Yurttan Sesler Korosunu dinlerdik. Yaz aylarında damda yatarken, pırıl pırıl yıldızları seyrederdik. Bu yıldızlar acaba İstanbul’ un hangi evinin üzerinde diye düşünürdük.” Yıllar sonra Türkiye’ye gelen bir Kerküklünün derin hayal kırıklıkları bu hikâye: “En beteri de; patronuma defalarca, “Ben Irak Türkmenlerindenim dememe rağmen, onun bana sürekli “İranlı” diye seslenmesiydi… Kimi dükkân komşularına “Ben Kerküklüyüm” dediğimde, onlar da hep “Kelkitli” anlarlardı…”
Kazakistan birincisi olan, “Kitapların Ölümü,” Özbekistan birincisi olan “Kultay”, Türkmenistan birincisi olan “Doğmamışların Portresi,” Başkurdistan Muhtar Cumhuriyeti birincisi olan “Gün Ortasındaki Rüya” ve İran-Türkmen Sahra Bölgesi birincisi olan “Katarda Ner Olursa” adlı hikâyeler en az dereceye giren hikâyeler kadar güzel. Öyle ümit ediyorum ki, bu hikâyeler de okuyucunun gönlünde birinci olacak, mansiyon alacaktır…
AZERBAYCAN
SELAM BAÇA
Zakir Sadatlı
‘‘Selam, baça!1..’’
Bu sesi ilk duyduğumda, önce bir rüyada olduğumu sandım.
‘‘Selam, baça!..’’
Sonra bunun bir rüya olmadığını anladım. Bu ses, uzaklardan, ıssız çöllerin hülyaları içinden kopup gelen bir çığlık, bir feryattı. Biz hepimiz, ordumuz, askerimiz, ekmeğimiz, mataramız… O rüyalarda kaybolmuş, unutulmuşuz meğer. Biz buralarda değiliz; o çöllerde kalmışız…
‘‘Selam, baça!..’’
On yıl süren bu savaş biteli yıllar olmuştu. Kendisi orada yoktu ama yakınları, tanıdıkları, bu savaşın onuncu yıldönümünü kutluyorlardı. O savaş, bu kutlama merasimlerini görse, gülmekten ölürdü şüphesiz. Bu törene katılan misafirler, korkunun, heyecanın, ölümlerin, yok oluşların acı şerbetini, tatlı bir şarap gibi başlarına dikip içiyorlardı…
Herkes kahramanlığını, yiğitliğini, cesurluğunu anlatıyordu.
Herkes sadakatliydi.
Öyle şeyler vardır ki, siperde bile konuşulmazdı; ama onlar sahnede, televizyon kameraları karşısında anlatıyorlardı.
Herkes konuşuyordu…
Sonra sahnenin yarı karanlık köşesinde, askerî üniformalı yolun yarısına gelmiş bir adam, gitarını göğsüne yaslayarak Rusça bir şarkı söylemeye başladı:
‘‘Selam, baça!..’’
Sanki tanklar yürüdü o an. Çöldeki kızgın güneş sırtımı yaktı. Ağır bir kan kokusu doldu genzime. Bir sigara… Bir yudum su… Kulağımın dibinden ıslık çalarak geçen kurşunların kahkahası…
Kadim toprak… Kutsal toprak… Cennetten kovulup cehenneme dönmüş toprak… Burada her şey birbirine girmişti; her şey karma karışık…
Melek yüzlü insanlar… Şeytan yüzlü insanlar…
Ay kişi! Bütün bunların senin için bir farkı var mı? Burada hiç kimse kendi dilinde konuşmak istemiyor; ama herkes silahların konuştuğu dili ezbere biliyor. Burada en masum istekleri bile ölümün diline çevirmek istiyorlar…
‘‘Selam, baça!..’’
Yoksa bu bir mucize mi? Senin sesin on yıl sonra
1
Baça: Afganistan Farsçasında delikanlı.