Ali Akbaş Armağanı. Анонимный автор
Читать онлайн книгу.yaptı. Müfredattaki konular mı, kuru bir edebiyat tarihi mi? Hiç sanmıyorum. Onun derdi şiirdi, dilin düzenini, ahengini yakalamaktı. Çocukları sadece sınıfta değil, nerede olsa yakalıyor ve onlara da dilin, şiirin sesini bul- durmak istiyordu. Evini unutabilirdi, çocuklarını unutabilirdi, sınavları da unutabilirdi, ama şiiri unutamazdı. Kafasının içi hep yakalamaya çalıştığı ahenkle doluydu.
Çocuk Şairi mi?
Yıllardan sonra Ankara’ya geldi. Üniversiteye girdi. Yüksek lisans yaptı. Fakat o kayda kuyuda gelen adam değildi ki! Bu kadardı işte. Üniversitedeki gençlere Türk dili okutmanlığı yapar, onlara dilin düzenini, güzelliğini buldurmaya çalışırdı o kadar. Sınıf şart değildi, yurttaki odalarında da, çay kahve içtikleri yerlerde de hep bunu yaptı.
Bir zamanlar, çocuklar için yazdığını sandık:
Ay bulutun ağında
Mavi sularda balık
Şaplaya dursun
Çocuk masal çağında
Gönül dağında ceylan
Zıplaya dursun
Kavakta bir kargacık
Dilinde bir nakarat
Vaklaya dursun…
Evet, şaplamak, zıplamak, vaklamak, kargacık… Bunlar çocuk dilinin kelimeleri gibi. Ama ne fark eder ki! Kelimelerin ahengi daha o çağlarda dilimize yerleşmeye başlamaz mı? Şair olmayan bu sesi duyamaz, hissedemez belki ama şair bu sesi bir yerlerinde saklar ve günü gelince meydana çıkarır. Kafdağı’nı hep masallarda duyduk. Bir ulaşılmaz, büyülü âlem gibi çocuk dimağlarımızda yer etti. Evet, çocuk dimağlarımızda sevdiğimiz, hayalimiz Kafdağı’nın ardındadır. Ali Akbaş o imgeyi alır, bambaşka bir düzlemin içine oturtur:
Hastalar,
Kar isterler
Kafdağı’nın ardından
Ve buluttan döşek.
Onlar,
Yaramaz çocuklardır,
Sallanır durur,
Dünyanın balkonundan,
Düştü düşecek!
Eh, “yaramaz çocuklar” da girdi ya şiire, dört başı mamur bir çocuk şiiri geçti elimize. Fakat o ne? Dünyanın balkonundan / Düştü düşecek! Akbaş’ın yaptığı çocuk duyarlılığından istifade ederek yepyeni, özgün imgeler bulmaktır. Hepimizin içindeki çocuğu yakalamaktır. Çocukluk çağlarımıza duyduğumuz özlemin, o derin duygunun gücünden yararlanmaktır. Kitabının adı Masal Çağı olsa da bu böyledir.
Çocuk şairi olmayı kendisi de mi benimsedi ne? 1991’de Kültür Bakanlığının yayımladığı Kuş Sofrası böyle bir izlenim uyandırıyor. Çocuklar için resimlenmiş o güzel baskılı kitabı elimize alınca hissettiğimiz budur. Akbaş’ın çocuk şiirleri bu kitapta toplanmış. Hele ilk yaprağı çevirip de “Sevgili Çocuklar” hitabını görünce, arkasından da “İşte size bir demet şiir. Ben yazdım, Yıldız Ablanız resimledi. Beğenirseniz okursunuz; beğenmezseniz verin kuşlara geri bize getirsinler.” cümlelerini okuyunca izleniminiz, yerini kesin bir hükme bırakır. Ama durun bir dakika! Ali Akbaş’ın kitaptaki ön sözünü okumaya devam edin:
“Aslında ben bu şiirleri yazarken kimlerin okuyacağını hiç düşünmedim bile. Elimden geldiğince güzel yazmaya çalıştım o kadar. Çocuklar için yazılmış bir eseri büyükler de severek okuyamıyorsa o eser kötü bir eserdir. Unutmayalım ki çocuklarını aldatanlar, aslında kendileri aldanırlar.”
Demek ki Ali Akbaş özellikle (burada be tahsis kelimesini kullansam meramımı çok daha belirgin anlatmış olacaktım ama şimdi bir de dil meselemize dokunmayalım.) çocuklar için yazmıyormuş. Çocuk ruhunu, çocuk duyarlılığını yansıtan şiirler de yazıyormuş. Birileri de onları ayırıp bunlar “çocuk şiirleri” diyormuş. Elbette Ali Akbaş her yaştan insanın, her tür duygusunu, duygulanışını eserlerinde yansıtacaktı. Elbette bunların içinde yaşlılar da, gençler de, çocuklar da olmalıydı. Epik de, lirik de, pastoral de olmalıydı ve Akbaş’ın şiirinde bunların hepsi vardır. Kuş Sofrası şiirine “çocuk şiiri” dersek bence bir şeyleri eksik söylemiş oluruz. Şu mısralardaki imgeler, imgeler değil sadece, onların söyleniş, sunuluş tarzı bize halis şiiri vermiyor mu?
Gökyüzünden mâvilik
Buluttan süt sağarız
Gelin öksüzler gelin
Kırkımız da sığarız
Biz yemeden doyarız
Soframız kuş sofrası.
Akbaş’ın derdi şiir dedik ya… O, Yahya Kemal gibi has şiirin, halis şiirin peşindeydi. Halis şiiri yakalayanların da peşindeydi. Yunus’un da Fuzuli’nin de:
Bir çöl gecesinde gök parıl parıl
Fuzûlî mehtaptan şiir sağarmış
Onun ilhamına hız vermek için
Ay daha geç batar, erken doğarmış.
Akbaş’ın Şiirinde Turan
Fakat Akbaş halis şiiri ararken İstanbul ile Osmanlı cetlerimizle sınırlı kalmadı. Nahçıvan’dan Göygöl’e, Kerkük’ten Kırım’a, Kazan’a; Doğu Türkistan’a, Yakut ellerine kadar uzandı. Oyunskiy Sagusu, Saha Yeri’nin, Yakutistan’ın destanıdır. Oyunskiy Sagusu, bir “olonho”dur, Yakut destanıdır. 1939’da kurşuna dizilen Oyunskiy’nin derleyip toparladığı olonholardan biri gibidir. Bu destan şiirde Saha kızları da konuşur, şamanlar da, ak saçlı ozanlar da. Bir ana şaman şöyle konuşur:
Huuu
Gürültülü göklerin
Kara bulutların rûhu
Bir fırtına ol da gel
Davulunu çal da gel
Kov şu gürûhu
Huuu
Umay Anamızın rûhu
Gökyüzünden in de gel
Bir ak kuğu ol da gel
Üstümüze kanat ger
Bizleri koru…
Bu Yakut destanını bir Orta Asya destancısının sesiyle okumalı. Yahut en iyisi You Tube’a Juliana Yakut yazıp onun ağız kopuzunu dinlerken okumalı. Yakut kızı Juliana’nın sesi ile Akbaş’ın Şaman Anası’nın sesi birbirine karışmalı.
Ahmet Cevat’ı biliriz bilmesine, onun o ihtişamlı Çırpınırdın Karadeniz’ini boğazımız yırtılırcasına okuruz okumasına ama onun memleketini, Göy-göl’ü bilir miyiz? Gidip görmeyenimiz çoktur elbette ama Ali Akbaş’ın şiirinden Göygöl’ü bir efsane gibi okumamız mümkündür:
Yanılıp Göygöl’ü su sanmasınlar
Bismillâh demeden yıkanmasınlar:
Bir seher vaktinde vardım Göygöl’e
Burda kızlar gül takıyor kâküle
Alev alev bir gül attım su yandı
Sunam derin uykusundan uyandı…
Efsaneden, masaldan kurtulamaz Ali Akbaş. Mısralarında masallardan, efsanelerden izler vardır. Cinler, devler vardır. Tuttuğu gül alev alevdir, atınca su tutuşur. Göygöl bazen tüllere