Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı'ya Armağan. Анонимный автор
Читать онлайн книгу.dönüşüyor usumda: bizim Simeiz’de (Yoksa Köreiz’de miydi? Fark etmez, iki yer birbirine yakın) bir Arzu Kız heykeli vardı. Efsane basit: Arzu (Kırımlılarda Arzı denir) denizin kıyısındaki çeşmeden güğümüyle su alırken, çeşmenin duvarı üstünden kendisini gözetleyen korsan Ali Baba tarafından yakalanır. Haydut Ali kızı gemisine alıp alıp İstanbul’a götürür ve Arzu’yu sultanın haremine satar. Uzun bir zaman geçer aradan. Arzu bir kız çocuk doğurur. Ama kendi kıyısını unutamaz bir türlü her gün köyünün hasretiyle yaşar haremde. Sonunda dayanamaz, küçük kızıyla birlikte haremin penceresinden denize atlar ve yüzerek fırtınalı Karadeniz’i geçer; ama Simeiz’in kıyısında denizden çıkacakken, kucağındaki yavrusuyla taş kesilir suların içinde.
Regina’yı, kucağında küçük Arzu’yla ve Kuzey Denizi’nin buzlu suları içinde yüze yüze Baltık’ın kıyısına çıktığını, ama özlemiş olduğu Polonya’nın toprağına ayak basmağa kalmadan, kucağındaki yavruyla kıyıdaki suların içinde taş kesilip kaldığını görüyorum.” (Dağcı, 1998: 229-230).
Destanlar ve Çora Batır
Elbette örnekler bununla sınırlı değil… Cengiz Dağcı, Çora Batır ve Alim Aydamak başta olmak üzere Kırım’da kolektif belleğin malzemesi olan bir çok efsaneyi hem aktarmış hem de güncellemiştir. O kendini çoğu zaman bir efsane kahramanıyla özdeşleştirmiş bir yazardır. “Yansılar’da da düşlerimin atına binmiş, Çora Batır heyecanıyla koşturuyordum atımı.” (Dağcı, 1998: 264). Ancak başka araştırmalarda bolca örnek olduğu için biz burada babasının şahsında geleneğe bakışın olumsuz bir örneğini sergilese de Dağcı’nın sonuç olarak söylediği satırlara dikkat çekmek istiyoruz:
“Babam (eminim ki farkında olmadan) yalnızca kendisine değil, kendi ulusuna da yakınlaşan korkunç tragediyanın türküsünü söylüyordu. Faciayı önleyebilecek durumda değildi; değildi, çünkü yaklaşan facia, uzun yılların çaresizlik birikiminin getirdiği bir facia idi. Yurdun tarihinden edindiği (hiç değilse ruhsal) bir güce dayanacak ve, o güçten kaynaklanan umutla ilerisini düşünecek durumda da değildi babam; dolayısıyla boyuna ben garibim’i söylüyordu soluğu altından kendi kendine. Yok, geçmişte ulusun (Çora Batır, Gazi Geray, Alım Aydamak gibi) kahramanlarından habersiz değildi; ulusunun tarihi özelliklere sahip olduğunun da farkındaydı: Ama bu bilincinin yetersizliği, belki yetersizliğinden ziyade sönüklüğü, hatta cansızlığı, içinde yaşadığı garib aleminin boğucu ağlarından kurtulup çıkmasına izin vermiyordu. Gerçekten de bir ulusun tarihini tarihçiler yazmazlar; ulusun ressamları, yazarları, bestekârları, mimarları yazarlar.” (Dağcı, 1998: 254)
SONUÇ
Oysa şimdilerde Kırım-Tatar kültürel kimliğinde ve kolektif belleğinde müşterek ögeler ayıklanmış gibi durmaktadır. Tepreş’i “derviza” yerine ikame ederek sadece “diaspora”da kutlanılan bir tören haline getirmek de, Hıdırellez gibi makro ölçekli bir müşterek kutlamayı hafızalardan silmek de doğru bir yaklaşım olmamalıdır. Cengiz Dağcı bunları hiçbir zaman ayırmamıştır. Daha somut bir ifadeyle kuşatıcı ve kapsayıcı bir kolektif bellekle yerel ve grup kimliğini aynı potada eriterek sürdürülebilir bir hayat ve kimlik sahibi olarak var olmanın yöntemini keşfetmiştir. Bu yüzden o “özel” bir kültürel miras taşıyıcısı ve aktarıcısıdır, ancak o bu mirası sadece aktarmakla kalmamış ihya edici, sürdürülebilir olma özelliğini öne çıkarıcı, işlevsel, paylaşılabilir ve yaşanılabilir bir “kültürel belleğe” katkıda bulunmuştur, evrensel düzeyde tanıtma gayreti içinde olmuştur. Onun belleğini güçlü kılan da ülkesinden ve halkından uzakta bir yaşam sürme mecburiyetinde kalışı olsa gerektir.
Roman türünü kullanmış olması çok yüksek bir seviyeyi ve sıçramayı işaret eder. Zira epik anlatılar düzeyini aşma noktasına ulaşamamış, kendisine biçilen dar ve özcü kültürü çağdaş form ve türlerle ifade etmesine izin verilmemiş bir “hanlık” veya “Çarlık-Sovyet özerk” yapısıdır Kırım… Kabile ve hanedan ruhu ancak “epik” metinlerle kendini verir. Çora Batır veya Edige gibi Kıpçak’la ilgisini kuran metinler böyledir. Ancak Âşık Ömer, Hıdırellez, Osmanlı etkisiyle oluşan “küresel” boyuttaki Türk kültürü Kırım’a bir engin düşünme ve algılama imkânı vermiştir. Bu da 300 yıl gibi bir süre içinde oluşmuş ve tarihi ve iç mücadele şartları ancak bu kadarına müsaade etmiştir. Ne yazık ki bu durumu içeriden besleyen zihniyet de mevcuttur.
Cengiz Dağcı, özcü, kapalı ve dar bir Kırım-Tatar “kolektif belleği”nin değil, açık, tarihsel ve kapsayıcı bir “Türk” kolektif belleğinin aktarıcısı ve yaşatıcısı olmuştur. Onun belleği depolayıcı, arşivci değil fonksiyoneldir, işlevseldir. Bu durumu onun sözlerine bırakalım:
“Romanlarımı Türkiye Türkçesinde yazmama da başlıca sebep okur oldu.
Korkunç Yıllar’ın birçok bölümlerini Kırım Tatarcasıyle savaş yılları içinde yazmıştım. 1950’deydi sanırım Türkiye’den bir mektup aldım. Mektup, Kırım’dayken beni genç bir şair bilen, okurdandı. Savaştan sonra Londra’da oturduğumu öğrenen arkadaş adresime Türk yazarlarından iki-üç öykü kitabı gönderiyor ve mektubunda ayrıca edebi uğraşlarımı merak ettiğini yazıyordu…
Haftalarca mektubun ve öykülerin etkisi altında kaldım. İlk kez okuyordum Türk yazarlarının eserlerini. İstanbul Türkçesinin yüreğimde hoş bir sıcaklık ve tatlılık yaratmış olmasından başka, Kırım’da, özellikle Kırım’ın Karadeniz kıyısı bölgesinde, konuşulan ağızla Türkiye Türkçesi arasında şaşılacak bir yakınlık görüyordum.
Etkinin başka, belki en önemli yanı, beni Türkiye Türkçesinde yazmaya zorlayışıydı. Oysa karşılaşacağım engelleri kolay kolay aşamayacağımın farkındaydım. Yedi defter içine toplu Korkunç Yıllar’ın müsveddelerini çekmecemden çıkarıp tekrar ve tekrar okudum. Her okuduğumda annemin çocukluğumda bana konuştuğu dilin sade, sade olduğu kadar da tatlı ve şirin ahengi geliyordu kulaklarıma; Gurzuf-Kızıltaş kızlarının ve gençlerinin toy-düğünlerde, cıyın ve dervizalarda söyledikleri mani, yır ve çınları tekrarlanıyordu yüreğimde. Değeri biçilmez bir miras bulmuştum adeta. Bu mirasla varlığımın hatta kişiliğimin değişeceğini hisseder gibi oluyordum. Bu mirasla, bir zamanlar benim olan ama aradan geçmiş korkunç ve ölümcül yıllarla artık unutulmuş, yurdumun topraklarına yeniden kavuşabileceğimin; tüm umutsuzlukları, tüm güçlükleri yenip, yeni ve capcanlı bir hayata açılabileceğimin inancı uyanıyordu ruhumda. Kırım’ın binlerce kilometre uzağındaki kentin sokaklarında ve yabancı insanlar arasında dolanırken bu mani ve yırları mırıldanıyordum kendi kendime soluğum altında:
Kaya kayaya bakar
Kayadan seller akar…
Kaya dibi saz olur
Gül açarsa yaz olur…
Bir dalda iki kiraz
Biri al biri beyaz…
Benim dilimdi bu. Sade ama ne kadar da güzel, ne kadar da cana yakın benim dilimdi.
Karşılaştığım tüm güçlüklere göğüs gererek, Korkunç Yıllar’ı yeni baştan yazmaya karar verdim ve iki yıl süren geceli gündüzlü bir çalışmadan sonra elimin altında, aşağı yukarı, bugün Türk okurunun elinde bulunan romanın şekli bulunuyordu.” (Dağcı, 1994: 81-83)
KAYNAKÇA
ASSMANN, Jan (2015) Kültürel Bellek Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik, Çev. Ayşe Tekin, 2.bs., Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
BAYRAKTAR,