Sultanlığın Sonu. Омер Сейфеддин
Читать онлайн книгу.sıkılıyor, ellerini ovuşturuyordu. Gayrete geldi. İnce, parlak potinlerinin narin uçlarına bakarak:
“Portmonemi düşürmüşüm!” dedi.
Efruz Bey çok zengin olduğu için para meselesine ehemmiyet vermeyi asalete mugayir görürdü:
“Ne zararı var efendim?”
“Sizden yarın akşam vermek üzere küçük bir meblağ isteyeceğim.”
…
Zırtaf, Efruz Bey’in doğru bir mazaret uydurmasına meydan vermeden ilave etti:
“Bin lira kadar bir şey!”
Bu, Efruz Bey için vakıa çok ehemmiyetsiz bir para idi, lakin aksi şeytan… Şimdi vermek mümkün değildi. Efruz Bey mazeretini saklamadı:
“Kasamın anahtarları annemdedir. İki hafta var ki nasırlarını kestirmek için Profesör Verşinker’in yanına Viyana’ya gitti… Üç ay sonra gelecek… Burada olsaydı, vallahi billahi, namusum, asaletim üzerine tekrar tekrar yeminler ederim ki şu bin lirayı hemen size verirdim.”
Prens Zırtaf teşekkür etti, sonra başını eğdi:
“Şimdi yüz lira verseniz?”
“Aksi şeytan!” dedi, “O da yok!”
“Bir lira lütfetseniz?”
Efruz Bey, birdenbire yıldırım gibi inen prense dikkatli dikkatli baktı. Ne diyecekti? Fakat mazareti pek makbuldü:
“Bugün yanımda ne kadar bir lira varsa hepsini sizin gibi bir dostuma verdim. Elime ancak yarın para geçecek.”
“Şimdi bir mecidiye olsun veremez misiniz?”
Kurtulamayacağını anlayan Efruz Bey parayı asil dostunun avcuna koyarak:
“İşte bir çeyrek! Daha fazla veremediğim için beni affediniz.” dedi, “Hayatta bazen öyle münasebetsiz, öyle aksi anlar oluyor ki…”
Prens çeyreği cebine koydu. Teşekkür etti. Konuşarak; para üzerine, aksi tesadüfler üzerine, zenginlik üzerine felsefeler yaparak Efruz Bey, misafirinin elini sıkıyor, veda ediyordu. Ansızın, arkada mermer döşeme methalde dehşetli bir gürültü oldu. Çığ gibi yuvarlanan al yanaklı, şişman, yuvarlak bir evlatlık sanki birkaç kilometre ötede birisine söylüyormuş gibi nefes nefese, avazı çıktığı kadar:
“Küçük bey, küçük bey!” diye haykırdı, “Anneniz, ‘Beni görmeden gitmesin!’ dedi, “Size çarşıdan burnunun kıllarını çekmek için cımbız aldıracakmış!”
Efruz Bey, Zırtaf’ın arkasından kapıyı kapayınca annesinin yanına koştu. Burası beyaz dokuma sedirli, Uşak halısı döşenmiş, Şam perdeli, gayet alaturka bir oda idi. Duvarları hep ayet, hadis levhalarıyla örtülüydü. Eğer bir “Allah”, bir de “Muhammet” levhası olsa mükemmel bir mescit sayılabilirdi.
“Anne! Niçin o münasebetsiz kızı misafirlerin yanına gönderiyorsun?” diye karşısına dikilen hiddetli oğlunu, bu sert Çerkez hemen yatıştırdı. Acele ile o rast gelmişti. İşte onun için göndermişti… Münakaşadan ziyade iş yapmasını seven Efruz Bey lafı pek uzatmadı. Hemen evde yeni bir tensikata girişti. İki İslam, bir Rum hizmetçi kızla küçük evlatlığı, dadısını çağırdı:
“Şimdiden sonra Despina’dan başka hiçbiriniz bana lakırtı söylemeyeceksiniz!” dedi. Dadısı mahzun mahzun baktı:
“Küçük beyim! Niçin bize darıldın?”
“Bak hâlâ ‘küçük bey’ diyor.”
“Ne diyeyim a beyciğim?”
“İsmimi söylemeye hacet yok. Yalnız unvanımı telaffuz edersin.”
Hiçbir şey anlamayan dadı, hanımefendisine, kızlara “Ne diyor?” der gibi baktı.
“Kalın kafalı Çerkez! Laf anlamazsın ki…”
Efruz Bey tekrar hiddetlendi, köpürdü. Hepsine ayrı ayrı sordu:
“Benim unvanım ne?”
Sonra annesine döndü:
“Söyle anne, benim unvanım ne?”
Hiçbirisinden bir cevap alamayınca daha ziyade ateşlendi. Ana oğlunun, hizmetçiler efendilerinin unvanını bilmiyorlardı. Bu memleket batmasın da neresi batsın? Bu ne idraksizlik, bu ne kabalık, bu ne hayvanlıktı.
“Benim unvanım: Prens… Ben prensim! Beni artık prens diye çağıracak, medeniyete girmeye alışacaksınız. Hain vahşiler…”
Hanımefendi yine oğlunu, geçen seneki gibi ismini değiştiriyor sandı:
“A oğlum, bari kendine bu sefer bir İslam ismi taksan…” dedi.
“Sus anne! Cahilliğini meydana vurma. Bu isim mi? Unvan…”
“Her neyse… Bari İslamca olsa.”
“İslamcası han ama böyle söylerseniz insanı Acem zannederler.”
Hanımefendiyi yine bayılmaktan kurtarmaya çalışan dadı:
“Başüstüne, öyle deriz efendim. Artık hepimiz size ‘prens bey’ deriz.”
“ ‘Prens’ dedikten sonra ‘bey’ demeye hacet yoktur.”
Efruz Bey, Despina’ya döndü:
“Söyle beni nasıl çağıracaksın?”
“ ‘Müsyü lö Prens’ diye.”
“Yalnız o kadar mı?”
“ ‘Müsyü lö Prens zenapları’ diye.”
Efruz Bey çok memnun oldu. Annesi, Bolulu aşçı ile fingirdeyen bu kızı, ay nihayeti savmak istiyordu. Fakat oğlunun tensikatı niyetinin aksine çıktı. Despina’nın maaşına bir lira daha zammolundu. Erkek misafir geldiği zaman Despina’dan başka kimse salona, kapının yanına uğramayacaktı.
Efruz Bey yarım saat içinde hizmetçilerin meselesini bitirdikten, küçük evlatlığın misafir karşısında bağıra bağıra yalan söylemesinden dolayı, ceza olarak iki gün tavan arasında hapsine hükmettikten sonra, yatak odasına çekildi. Yemek yemeye gelmedi. Düşünmek istediği akşamlar yemeği hazfeder, “Boş mide, dolu zihin, parlak fikir!” derdi. Koltuğuna uzandı. Hava tamamıyla kararmıştı. Gölgeler, karanlıklar içinde düşünmeye başladı. Evet, kendi bir prensti! Fakat hangi aileden? Bunu, hakikatte, ancak tarihler biliyordu. Hâlbuki Türklerin tarihi henüz yazılmamıştı. Annesi Osmanlı asaletine akıl erdirecek zihniyette değildi. Tabii hiçbir şey bilmiyordu. Ama yalnız kendi, yalnız kendisi ailesini biliyor, ruhundaki deruni bir sedanın, bir tahaddüsün, bir ilhamın ismini haber verdiği asil ailesini bütün tarihiyle, bütün ananatıyla biliyordu. Babası ölmezden birkaç sene evvel Kastamonu vilayeti defterdarlığında bulunmuştu. İhtimal bu adamı gizli bir “sevk-i tabii” son günlerde ecdadının payitahtına çekmişti. Ecdadı ihtimal ki… Hayır, “ihtimal ki” değil, muhakkak surette “Kızıl Ahmet”lilerdi.
“Prens Efruz dö Kızıl!..” dedi.
“Ahmet” ismi adi idi. Hazfetmek icap ediyordu.
Odanın yalnızlığı içinde ecdadının mazisini tahayyül etmeye başladı, o cenkler, o saraylar, o atlar gözünün önüne geliyor, Kızıl Ahmetli bayrağının dalgalandığını, altından armaları, elmaslı tuğları görüyor gibi oluyordu.
Kalktı. Soyundu. Aç açına yatağına yattı. Rüyasında Kastamonu’daki muhteşem şatosunun büyük salonunu gördü. Bu, altın kanepe ve billur avizeli salonda asil dostlarına, av için kendini ziyarete gelen Prens Eternel dö Kara Tanburin, Prens