Sefiller I. Cilt. Виктор Мари Гюго
Читать онлайн книгу.Şehirler, yozlaşmış adamlarla dolu olduğundan vahşi insanlar yaratırdı. Onların görüşüne göre dağlar, denizler, ormanlar vahşi insanların ortaya çıkmasına neden olurdu; onların yaşantısı şiddeti geliştirirdi ancak yine de bu, insanların çoğu zaman insani yönlerini yok etmezdi.
Jean Valjean yargılama sonucunda suçlu bulundu. Kanunlarda şartlar açıktı. Bizim medeniyetimizin korkunç an ve durumları vardı. İşte yargılama sonucunda hükümlerin verildiği anlar da bunlardan biriydi. Ah, toplumun geri çekildiği ve duyarlı bir varlığın onarılmaz bir şekilde terk edilmesinin tamamlandığı işte o an, ne kadar da uğursuz bir andı! Jean Valjean, kadırgalarda beş yıl forsalık yapmaya mahkûm edildi.
22 Nisan 1796’da, İtalya ordusunda general olan Buona-Parte tarafından Motenotte Zaferi’nin kazanıldığı Paris’te ilan ediliyordu. Aynı gün Bicétre’den yola çıkan büyük bir kadırga da zincire vurulmuş mahkûmları taşıyordu. Jean Valjean da o mahkûmların arasındaydı. Hapishanenin şimdi neredeyse seksen yaşında olan eski gardiyanlarından biri; avlunun kuzey köşesinde, dördüncü sıranın sonunda zincirlenmiş talihsiz zavallı mahkûmu gayet mükemmel biçimde hatırlıyordu. O da diğerleri gibi yerde oturuyordu. Durumunun korkunç olması dışında, etrafında olan biteni pek algılamış gibi görünmüyordu. Sürekli olarak derin düşüncelere dalıyor, başına gelenlere bir çözüm bulmaya çalışıyor, bulamadıkça da daha fazla bunalıma giriyordu. Çekicin sert darbeleriyle, demir pranganın başının arkasına perçinlenmesi sırasında çaresizlik içinde ağlıyor; hıçkırıkları neredeyse boğulmasına neden oluyor, konuşmasını engelliyordu; zaman zaman sadece “Faverolles’de ağaç budama ustasıydım ben.” demeyi başarıyordu. Sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ederek sağ elini kaldırıyor ve yedi kez yavaş yavaş indiriyordu. Boynuna geçirilen zincirli pranganın ağırlığı altında ablasını ve yedi zavallı çocuğunu, onların nasıl giyineceğini, beslenmek için ne yapacaklarını düşünerek kahrından mahvoluyordu.
Toulon’a doğru yola çıktı. Yirmi yedi günlük bir yolculuktan sonra, bir yük arabası üzerinde, boynunda prangayla oraya vardı. Toulon’a vardıklarında üzerlerine kırmızı mahkûm elbiseleri giydirildi. Hayatını oluşturan her ne varsa, adı bile orada silindi; o artık Jean Valjean değildi. Ona 24.601 numarası verildi, böylece sadece numaradan ibaret bir varlığa dönüştü. Ablasına ne olacaktı? Yedi çocuk onsuz ne yapacaktı? Onlarla kim ilgilenecekti? Kökünden tamamen kesilmiş olan o genç ağacın üzerinde kalan bir avuç yaprak, şimdi ne yapacaktı?
Hep aynı hikâyeydi işte. O zavallı canlılar, Tanrı’nın yarattığı o sefiller artık tamamen desteksiz, rehbersiz; sığınacakları bir kucakları, güvenecekleri bir omuzları olmadan oradan oraya savrulacak, kim bilir belki de her biri bambaşka yönlere dağılacak, çaresizliğin verdiği biçarelikle o soğuk puslu hayatın içinde kaybolacaklardı. İnsan ırkının karanlık yollarında o biçareler, arka arkaya kasvetli gölgeler gibi yok olacaklardı. Önce memleketleri onları terk edecekti. Köyleri olan yerin saat kulesi onları unutacak, kendi insanları bile onları umursamayacaktı. Kürek mahkûmu olarak geçirdiği birkaç senenin ardından Jean Valjean bile onları unuttu. Yüreğindeki o kanayan büyük yarası artık kabuk bağlamıştı. Hepsi bu kadardı. Toulon’da geçirdiği süre boyunca ablasından sadece bir kez haber alabildi. Sanırım bu, tutsaklığının dördüncü yılının sonlarına doğruydu. Haberin kendisine hangi kanallardan ulaştığını bilmiyorum. Onun memleketinden, ailesini tanıyan biri ablasını Paris’te görmüştü. Rue du Gindre’ın arka sokaklarında, Saint-Sulpice’in yoksul sokaklarının birinde çocuklarının en küçüğü olan oğluyla birlikte yaşıyormuş. Diğer altı çocuğa ne olmuştu acaba? Belki ablası bile onlara ne olduğunu bilmiyor olabilirdi. Her sabah ciltlerini diktiği 3 no.lu Sabot Sokağı’ndaki matbaaya giderek çalışıyormuş. Sabahın altısında -kış aylarında, gün doğmadan zifirî karanlıkta- orada olması gerekiyormuş. Matbaa ile aynı binada bir okul varmış ve yedi yaşındaki küçük oğlunu bu okula gönderiyormuş. Ama matbaada saat altıda işbaşı yaptığından ve okul saat yedide açıldığından, çocuk bir saat boyunca okulun avlusunda beklemek zorunda kalıyormuş ve özellikle kış aylarında, dondurucu soğukta beklemek çocuğu çok zorluyormuş. Çocuğun ayak bağı olduğunu söylediklerinden, matbaaya da girmesine izin verilmiyormuş. Sabah diğer işçiler yanından geçtiklerinde, bu zavallı küçüğün kaldırım kenarında donmuş vaziyette oturduğunu, çoğu zaman hâlâ karanlık olduğundan derin bir uykuya daldığını ve kimi zaman da iki büklüm hâlde titrediğini görüyorlarmış. Ancak hiçbirinin elinden yapacak bir şey gelmiyormuş. Bu yüzden de ona acıyarak yanından geçip gidiyorlarmış. Yağmur yağdığında orada yaşayan yaşlı kadınlardan bir kapıcı; ona acıdığından içeride sadece bir şilte, bir sehpa ve iki tahta sandalyenin olduğu küçük kulübesine alıyormuş onu ve böylece küçük çocuk en azından daha az üşüyerek tıpkı kedi yavrusu gibi bir köşede uyuyakalıyormuş. Saat yedide okul açıldığında o da sınıfına gidiyormuş. Jean Valjean’a anlatılanların hepsi bu kadardı. Bu duydukları karşısında içindeki ateş yeniden alevlenmişti. Bir anda zihninde şimşekler çakmış, sanki sevdiği şeylerin kaderine birdenbire bir pencere açılmış ve sonrasında bir anda bütün düşünceleri kapanmıştı. O zamandan sonra bir daha onlar hakkında hiçbir şey duymadı. Bir daha kendisine ablası hakkında kimse bilgi vermedi. Onları bir daha hiç göremeyecekti, bir daha hiçbir yerde karşılaşamayacaktı ve bu acıklı tarihin devamında artık onları tamamen yitirecekti.
Mahkûmiyetinin dördüncü yılının sonuna doğru Jean Valjean, kaçma girişiminde bulundu. Yoldaşları, o kederli yerde her zaman olduğu gibi ona yardım etti ve o da kaçmayı başardı. Eğer özgür olmak; avlanmak, her an başını çevirerek arkasını kollamak, en ufak bir seste titremek, yoldan geçen birinden, havlayan bir köpekten, dörtnala koşan bir attan, çalan bir saatten, görülebildiği için günden, göremediği için gecenin karanlığından korkmaksa iki gün boyunca tarlalarda özgürce dolaştı. İkinci günün akşamında ise yakayı ele verdi. Otuz altı saat boyunca ne yemek yedi ne de uyudu. Kaçtığı için cezası üç yıl uzatılmış, bu yüzden mahkûmiyeti sekiz yıla çıkmıştı. Altıncı yılın sonunda yine daha fazla dayanamayarak bir kaçma girişiminde daha bulundu ancak kaçışını tam anlamıyla gerçekleştiremedi. Yoklama esnasında kayıptı. Silahlar ateşlenmiş ve gece devriyesi hemen aramaya girişerek onu, henüz yapım aşamasında olan bir geminin kadırgasının altına gizlenmiş hâlde yakalamıştı. Muhafızlara direnmişti ancak çabası nafileydi. İçindeki kaçma ve isyan duygularını bastırması mümkün olmuyordu. Olan olmuştu artık, bu sefer mahkeme onun cezasının beş yıl daha uzatılmasına ve iki yıl boyunca çift pranga taşımasına karar verdi. Ama o yılmak bilmiyordu, on üç yılın sonunda yine kaçma girişiminde bulundu ancak bunda da başarısız oldu ve bu yeni girişimi yüzünden cezasına üç yıl daha eklendi. On altıncı yılın sonunda son bir girişimde daha bulundu ancak kaçışından yaklaşık dört saat sonra tekrar yakalanmayı başararak kaçak olduğu dört saat için bir üç yıl daha ceza aldı. Cezası en son aldığı mahkûmiyeti ile on dokuz yılı buldu. Sonunda Ekim 1815’te serbest bırakıldı. O zindanlara 1796 senesinde, sadece bir dükkânın camını kırıp içeriden bir somun ekmek çaldığı için girmişti.
Burada kısa bir parantez açmak gerek. Bu kitabın yazarı, cezai sorunlar ve kanunlar tarafından lanetleme üzerine yaptığı çalışmalarda, bir somun ekmeğin çalınmasının bir insanın kaderini değiştirerek felaketine neden olduğuna ikinci kez yer vermektedir. Onun eserlerindeki karakterlerden Claude Gueux da tıpkı Jean Valjean gibi bir somun ekmek çalmıştı. İngiliz istatistikçilerinden biri de Londra’daki her beş hırsızlıktan dördünün sadece açlık sebebiyle yapıldığını kanıtlıyordu.
Jean Valjean hapishaneye hıçkırıklar içerisinde ağlayarak, korku ve acıdan titreyerek girmişti ancak bezgin, kayıtsız