Fahrenheit 451. Рэй Брэдбери
Читать онлайн книгу.Tasvir edilen, dört duvarlı televizyon aslında 1950’lerin televizyonu: senfoni orkestralı ve seviyesiz komedyenli varyeteler, pembe diziler. Eğlencesine hızlı araba süren çılgın ergenlerin, bazen ısınan ve sonu gelmez bir soğuk savaşın, işleri ve kocalarınınki dışında kimlikleri yok gibi görünen kadınların, tazılar (hatta mekanik tazılar) tarafından kovalanan kötü adamların dünyası, 1950’lerden olabildiğince beslenen bir dünya olduğunu hissettiriyor.
Bugün veya yarından sonraki gün bu kitabı bulan genç bir okuyucunun önce bir geçmişi, sonra da bu geçmişe ait bir geleceği hayal etmesi gerekecek.
Ama yine de kitabın özü değişmedi ve Bradbury’nin ortaya attığı sorular geçerliliğini ve önemini koruyor.
Neden kitaplardaki şeylere ihtiyacımız var? O şiirlere, denemelere, öykülere? Yazarlar bu konuda görüş birliğinde değildir. Yazarlar insandır, yanılabilir ve aptaldır. Sonuçta öyküler yalandır; asla var olmamış insanları ve asla başlarına gelmemiş şeyleri anlatırlar. Neden onları okuyalım ki? Neden umursayalım?
Anlatıcı ve öykü çok farklı şeylerdir. Bunu unutmamalıyız.
Fikirler – yazılı fikirler— özeldir. Öykülerimizi ve düşüncelerimizi nesilden nesle aktarmamızın yoludurlar. Onları yitirirsek ortak tarihimizi yitiririz. Bizi insan yapan şeyin çoğunu yitiririz. Ayrıca kurgu empati kurmamızı sağlar: Bizi başka insanların zihnine sokar, dünyayı onların gözünden görme armağanını verir. Kurgu, doğru şeyleri bize anlatıp duran bir yalandır.
Ray Bradbury’yi hayatının son otuz yılında tanıdım ve öyle şanslıydım ki. Espriliydi, kibardı ve her zaman (hayatının sonunda, yaşlılıktan körleştiğinde ve tekerlekli sandalyeye mahkûm olduğunda bile, o zaman bile) şevkliydi. Bir şeyleri umursardı, tamamen ve bütünüyle. Oyuncakları, çocukluğu ve filmleri umursardı. Kitapları umursardı. Öyküleri umursardı.
Bu kitap bir şeyleri umursamakla ilgilidir. Kitaplara yazılmış bir aşk mektubudur, ama bence bir o kadar da insanlara ve 1920’lerin Waukegan, Illinois’unun dünyasına, Ray Bradbury’nin çocukluğunu geçirdiği ve çocuklukla ilgili kitabı Karahindiba Şarabı’nda Green Town olarak ölümsüzleştirdiği dünyaya yazılmış bir aşk mektubudur.
Başladığımızda dediğim gibi: Birileri size bir öykünün neyle ilgili olduğunu söylerse, muhtemelen haklıdırlar. Öykünün yalnızca bununla ilgili olduğunu söylerlerse, kesinlikle yanılıyorlardır. Dolayısıyla size Ray Bradbury’nin uyarı niteliğindeki, takdire şayan kitabı Fahrenheit 451 hakkında söylediğim her şey eksik olacak. Bu kitap bunlarla ilgili, evet. Ama bundan fazlası aynı zamanda. Bu kitap sayfalarının arasında bulacağınız şeylerle ilgili.
(Son bir not olarak şunu söyleyeyim ki, e-kitapların gerçek kitap olup olmadığını tartıştığımız bugünlerde Ray Bradbury’nin sondaki kitap tanımının genişliğine bayılıyorum; kitaplarımızı kapaklarına göre yargılamamamız gerektiğini ve bazı kitapların kusursuzca insan şeklindeki kapakların arasında var olduğunu söyler.)
Birinci Kısım
ŞÖMİNE VE SEMENDER
Yakmak bir zevkti.
Bir şeylerin yendiğini görmek, karardığını ve değiştirildiğini görmek özel bir zevkti. Pirinç hortum başı yumruk olmuş ellerindeyken, bu büyük piton zehirli kerosenini dünyaya tükürürken, kendisinin başı kanla zonklarken ve tarihin paçavraları ile kömürleşmiş kalıntılarını alaşağı eden elleri tutuşturmanın ve yakmanın tüm senfonilerini çalan muhteşem bir orkestra şefinin elleri gibiyken. Hissiz başında 451 numaralı sembolik kaskıyla ve gözleri şimdi olacakların düşüncesiyle turuncu alevlere bürünmüşken ateşleyiciyi çalıştırmasıyla birlikte ev akşam göğünü kırmızı, sarı ve siyaha boyayan obur bir ateşle havaya sıçradı. Adam bir ateşböceği sürüsünün ortasında uzun adımlarla yürüdü. Kitaplar evin sundurmasında ve çimenliğinde güvercin kanatlarını çırparak ölürken, adam marşmelov geçirilmiş bir çubuğu tıpkı eski fıkradaki gibi fırına sokmayı her şeyden çok istiyordu. Yakma işi sebebiyle kararmış rüzgâr parlak girdaplar halinde havaya yükselen kitapları önüne katıp götürürken.
Montag hafifçe yanan ve alevler karşısında gerilemek durumunda kalan insanların vahşi sırıtışıyla sırıttı.
İtfaiye binasına döndüğünde, aynada göreceği kendine, yanık şişe mantarıyla karartılmış yüzüyle zenci kılığına girmiş o göstericiye göz kırpabileceğini biliyordu. Sonradan, uykuya dalarken, yüz kaslarının hâlâ koruduğu vahşi gülümsemeyi karanlıkta hissedeceğini biliyordu. O gülümseme asla gitmemişti; Montag’ın hatırladığı kadarıyla asla, asla gitmemişti.
Böcek siyahı kaskını asıp parlattı; ateşe dayanıklı ceketini düzgünce astı; güzelce duş aldıktan sonra elleri ceplerinde ıslık çalarak itfaiye binasının üst katına çıktı ve delikten içeri düştü. Son anda, tam felaket kaçınılmaz gibiyken, ellerini ceplerinden çıkarıp altın sarısı direğe tutunarak düşüşünü durdurdu. Gıcırdayarak kaydıktan sonra, topuklarıyla alt katın beton zemini arasında iki buçuk santim kalmışken durdu.
İtfaiye binasından çıktı ve gece yarısı sokağında metroya doğru yürüdü; hava tahrikli sessiz tren yerin altındaki yağlanmış borudan sessizce, çıt çıkarmadan geçerek Montag’ı banliyöye çıkan, krem rengi fayanslı yürüyen merdivene, bol miktarda ılık hava püskürterek bıraktı.
Montag yürüyen merdivenin onu dingin gece havasına taşımasına izin verirken ıslık çaldı. Köşeye doğru yürürken, belirli bir şey hakkında düşünmüyordu pek. Ama köşeye yaklaşınca birden yavaşladı… sanki durup dururken rüzgâr esmiş gibi, sanki biri adını seslenmiş gibi.
Son birkaç gecedir, yıldızların ışığında evine doğru yürürken, buradaki köşenin hemen ardında uzanan kaldırımla ilgili son derece şüphe uyandırıcı hislere kapılmıştı. Köşeyi dönmesinden hemen önce orada biri olduğunu hissetmişti. Hava özel bir çeşit dinginlikle yüklü oluyordu, sanki biri orada sessizce beklemiş ve Montag’ın gelmesinden sadece bir saniye önce gölgeye dönüşüverip onun geçmesine izin vermiş gibi. Belki de Montag’ın burnu hafif parfüm kokusu alıyordu; belki de ellerinin tersinin ve yüzünün derisi, bu noktada durmuş birinin tam oradaki havanın sıcaklığını bir anlığına on derece yükselttiğini hissediyordu. Anlamak mümkün değildi. Montag o köşeyi her dönüşünde beyaz, kullanılmayan, yer yer göçmüş kaldırımı görüyordu sadece; bir gece, bir şeyin bir çimenlikten hızla geçtiğini ve kendisinin gözlerini odaklamasına veya konuşmasına fırsat kalmadan ortadan kaybolduğunu görmüştü belki, o kadar.
Ama bu gece, neredeyse duracak kadar yavaşladı. Onun yerine köşeyi dönmek için dışarı uzanan içsel zihni çok hafif bir fısıltı duymuştu. Nefes sesi mi? Yoksa orada çok sessizce durarak bekleyen biri atmosferi mi sıkıştırmıştı yalnızca?
Montag köşeyi döndü.
Güz yaprakları ay ışığıyla aydınlanan kaldırımda öyle bir şekilde savruluyordu ki, orada rüzgârla yaprakların kendisini ilerletmesine izin veren kızın hareketli bir bandın üstünde sabitmiş gibi görünmesine yol açıyordu. Kız ayakkabılarının dönen yaprakları hareket ettirmesini seyretmek için başını yarı eğmişti. İnce, süt beyazı yüzünde her şeye yorulmak bilmez bir merakla dokunan bir çeşit sevecen açlık vardı. Solgun yüzünden neredeyse şaşkınlık akıyordu; koyu gözleri dünyaya öyle odaklanmıştı ki, hiçbir hareketi gözden kaçırmıyorlardı.