Şeref Yemini . Морган Райс

Читать онлайн книгу.

Şeref Yemini  - Морган Райс


Скачать книгу
onlar yüce Andronicus’u tanımıyorlardı. O, teslim olmaktan nefret ederdi. O kimseyi esir almazdı. Silahlarını bırakmaları sadece Andronicus’un işini kolaylaştırmıştı. Adamları rüzgâr gibi eserek önlerine çıkan tüm erkekleri katletmişlerdi. McCloud’un şehrindeki tüm sokak aralarından ve yan sokaklardan oluk oluk kanlar akmıştı. Her zamanki gibi, kadınları ve çocukları köle olarak almıştı Andronicus. Adamlarıysa tüm evleri, bir bir talan etmişlerdi.

      Zaferinin etkilerini incelemek için sokaklarda ağır ağır ilerleyen Andronicus, her tarafa saçılmış cesetlere, tepeler oluşturan ganimetlere ve yıkılmış evlere baktıktan sonra, dönerek komutanlarından birine tamam der gibi başını salladı. Komutan elindeki meşaleyi anında havaya kaldırarak emrindeki adamlara işaret verdi ve hep birlikte sazdan çatıları olan evleri ateşe vermek için şehrin içine yayıldılar. Alevler bir anda er yanı sararak gökyüzüne doğru yükseldi. Andronicus bulunduğu yerden bile bu ateşin sıcaklığını hissedebiliyordu.

      "HAYIR!" diye haykırdı arkasındaki McCloud, yerlerde çırpınarak.

      Andronicus’un gülümsemesi suratının tamamına yayıldı. Özellikle büyük olduğu için hedef aldığı bir taşa doğru hızlı adımlarla ilerledi; çıkan çarpma sesi onu çok mutlu etti. McCloud’un bedeninin az önce bu taşın üzerinden geçtiğinden emindi.

      Andronicus şehrin yanışını büyük bir keyifle izliyordu. Fethettiği tüm şehirleri önce yerle bir eder, sonra orayı kendi adamlarıyla ve kendi komutanlarıyla yeniden kurardı. İmparatorluğunu böyle kurmuştu. Eskinin izlerine tahammülü yoktu. O, yeni bir dünya kuruyordu. Andronicus’un dünyasını…

      Atalarının hiç birinin elde edemediği Halka, o Kutsal Halka, artık onun arazisi haline gelmişti. Buna inanmakta zorlanıyordu. Derin bir soluk aldı ve ne kadar yüce olduğunu düşündü. Bir süre sonra Kuzey İskoçya’yı boydan boya geçecek ve Halka’nın diğer yarısını da fethedecekti. Böylece, bu gezegen üzerinde ayağının basmadığı bir yer kalmamış olacaktı.

      Andronicus atını sürerek McCloud’un şehir merkezindeki devasa heykeline doğru ilerledi ve heykelin önüne gelince durdu. Bir tapınak gibi yükselen bu heykel mermerden yapılmıştı ve elli ayak yüksekliğindeydi. Heykel McCloud’u, Andronicus’un bilmediği bir halinde gösteriyordu… Elindeki kılıcı gururla taşıyan genç, zinde ve adaleli bir McCloud… Benmerkezci bir heykeldi bu. Andronicus o yüzden onu beğendi. İçinden bir ses ona heykeli alıp ülkesine götürmesini ve bir zafer hatırası olarak sarayına koymasını söylüyordu.

      Ama bir taraftan da bu heykelden iğreniyordu. Hiç düşünmeden, eğilerek normalden en az üç misli daha büyük olan ve küçük bir kaya parçasını bile fırlatabilen sapanını aldı, geriye doğru kaykılarak tüm gücüyle çekti.

      Küçük kaya havada uçarak heykelin başıyla buluştu. McCloud’un mermer başı paramparça oldu ve infilak eder gibi bedeninden ayrıldı. Andronicus daha sonra korkunç bir nara atarak, iki kollu zincirli kırbacını havaya kaldırdı, başının üzerinde salladı ve tüm gücüyle savurdu.

      Andronicus bu şekilde heykelin gövdesini de parçaladı. Mermer heykel önce sallandı, sonra büyük bir gürültüyle yere yıkılarak paramparça oldu. Andronicus, daha sonra atını dehledi ve McCloud’un bedeninin bu parçalar üzerinden geçtiğinden emin oldu.

      "Bunu ödeyeceksin!" diye bağırdı ıstırap içindeki McCloud zayıf bir sesle.

      Andronicus güldü. Hayatı boyunca pek çok insanla karşılaşmıştı, ama hepsinin içinde en acınası olanı bu adam olmalıydı.

      "Öyle mi dersin?" diye haykırdı Andronicus.

      Bu McCloud çok kalın kafalıydı; yüce Andronicus’un gücünü hâlâ takdir edememişti. Öyleyse ona asla unutamayacağı bir ders vermeliydi.

      Andronicus bakışlarıyla şehri taradı ve McCloud’un şatosu olduğundan emin olduğu binayı saptadı. Atını dehledi ve dörtnala koşturmaya başladı. McCloud’u tozlu avludan sürüklerken, adamları da onun peşinden geliyorlardı.

      Andronicus atını sürerek onlarca mermer basamaktan çıktı. McCloud’un bedeni de çarpma sesleri çıkararak arkasından geliyordu. McCloud basamaklara her çarpışında bağırıyor ve inliyordu. Andronicus mermer giriş kapısına kadar atını sürmeye devam etti. Adamları, ayaklarının dibinde McCloud’un nöbetçilerinin kanlı cesetleri olmak üzere, kapının önünde nöbet tutar gibi dikilmişlerdi bile. Andronicus, şehrin tüm köşelerinin ele geçirilmiş olduğunu görünce keyifle sırıttı.

      Sonra atını sürmeye devam etti ve şatonun devasa kapılarından geçerek, tamamen mermerden yapılmış yüksek, kemerli tavanları olan koridorlara girdi. McCloud denen bu kralın ölçüsüzlüğüne hayret etti. Adamın kendisini şımartmak için hiç bir masraftan kaçınmadığı açıkça belli oluyordu.

      Ama gün, artık onun günüydü. Adamlarıyla birlikte geniş koridorlardan geçerek atını McCloud’un taht odası olduğundan emin olduğu yere kadar sürmeye devam etti. Atların toynaklarından çıkan sesler duvarlara çarpıp yankılanıyordu. Andronicus, meşeden yapılmış kapıları adeta delip geçerek odaya girdi. Gerçekten de, odanın tam orta yerinde altından yapılmış iğrenç bir taht duruyordu

      Atından inerek altın basamakları ağır ağır çıktı ve tahtın üzerine oturdu.

      Derin bir soluk aldı ve bakışlarını atlarının üzerinde onun emirlerini beklemekte olan adamlarının ve düzinelerle komutanının üzerinde gezdirdi. Hâlâ ata bağlı bir şekilde inlemekte olan McCloud’un kanlı bedenine baktı.  Tüm odayı gözden geçirdi, duvarları, bayrakları, zırhları ve silahları inceledi. Üzerine oturduğu tahtın işçiliğine bir göz attı ve hayran kaldı. Tahtı eritebilir veya kendisi için alıkoyabilirdi. Belki de ikinci derecedeki komutanlarından birine verebilirdi.

      Tabii ki bu, yirmi işçinin kırk yıl boyunca üzerinde çalıştıkları ve tüm krallıklar içindeki en muhteşem taht olan Andronicus’un tahtıyla karşılaştırıldığında beş para etmezdi. O tahtın yapımı daha babası hayattayken başlatılmış ve Andronicus’un onu öldürdüğü güne kadar devam etmişti. Zamanlama müthişti doğrusu.

      Andronicus, başını eğerek McCloud’a, bu acınası küçük insana baktı ve ona en iyi nasıl ıstırap çektireceğini kestirmeye çalıştı. Kafatasının şeklini ve büyüklüğünü inceledi ve onu kurutarak diğer kuruttuğu kafataslarıyla birlikte boynunda taşıdığı kolyeye takmaya karar verdi. Ama boynunda daha güzel durması için, adamı öldürmeden önce yüzünü ve elmacık kemiklerini inceltmek için biraz vakte ihtiyacı olacağını hesap etti. Bu şişko ve yağlı yüzün, kolyesinin estetiğini bozmasını hiç istemezdi. Kendi kendine gülümsedi.  Evet, diye karar verdi. Bu çok iyi bir plandı.

      "Onu bana getirin,” diye emretti komutanlarından birine Andronicus, o tanıdık, boğuk ve hırıltılı sesiyle.

      Komutan bir an bile tereddüt etmeden atıldı ve süratle McCloud’un yanına giderek ipi kesti. Kıpkırmızı bir iz bıraktığı zeminin üzerinde sürükleyerek Andronicus’un ayaklarının dibine getirip bıraktı.

      "Bundan kurtulamayacaksın!” diye mırıldandı McCloud zayıf bir sesle.

      Andronicus başını iki yana salladı; bu adam hiç ders almıyordu.

      "İşte ben burada, senin tahtının üzerinde oturuyorum,” dedi Andronicus. “Ve sen de benim ayaklarımın dibinde yatıyorsun. Sanırım dilediğim her şeyden ve her yerden kurtulabilecek konumda olduğumu kolaylıkla söyleyebiliriz, öyle değil mi? Nitekim kurtulmuş da bulunuyorum…”

      McCloud inleyerek ve ağrıdan kıvranarak yerde yatıyordu.

      "Gündemimdeki


Скачать книгу