Sessiz Göç. Анонимный автор
Читать онлайн книгу.güneşi gördü ama güneş hiç ısıtmıyordu. Yerler bembeyaz karla kaplıydı. Karlar öyle parlıyordu ki güneş ışığı Goguş’un gözlerine yansıyordu. Kara bakamıyordu Goguş. Bütün tabiat bembeyaz bir örtüye bürünmüştü. Dışarıda hava dingindi, hiç rüzgâr yoktu ama soğuktu. O lekesiz beyazlık, o pırıl pırıl güneş insanı sarhoş ediyordu… Dışarıda kuş izlerinden başka hiçbir iz yoktu. Kuş izleri ise karın üzerindeki yıldızlar gibiydi… Goguş, büyük bir şaşkınlıkla, hiç kıpırdamadan kapının önünde durdu. Her tarafın, bütün dünyanın gözleri kamaştıran bembeyaz bir yorganla örtündüğünü gördü.
Goguş birkaç yıllık hayatında böyle bir güzellik daha görmemişti. Dışarı çıkmak istedi, ama eşiğe gelir gelmez durdu. Bu büyülü güzelliği bozmaktan, bu bembeyaz karları lastik ayakkabılarıyla kirletmekten korktu belki de… Çevrede hiçbir ses yoktu. Goguş bu güzelliği seyrediyor, hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmak istemiyordu. O anda sokaktan bir adam geçti. Karlar o adamın ayakları altında gırç gırç sesler çıkarıyordu, adeta kar ağlıyordu. Goguş o beyazlığı, o temizliği kimsenin çiğnemesini, kimsenin kirletmesini istemiyordu. Birden bire her taraf kuş sesleriyle doldu. Bir sürü serçe uçarak dallara kondu. Anlamak çok zordu bu serçeleri. Seviniyorlar mıydı? Yoksa üzülüyorlar mı? Büyük bir şamata kopardılar. Daldan dala uçup konuyorlar, sanki kim daha hızlı uçuyor diye yarışıyorlardı. Zil çaldığında daha öğretmen sınıfa gelmeden önce çocuklar da böyle şımarırlardı. Kapı açılıp öğretmen içeri girince de hepsi susardı. Kuşlar da birden sustular. Sanki öğretmenleri gelmişti. Aşağıdaki ağacın dallarına, nereden geldiyse saksağan gelip kondu. Saksağan, hiç kimseyi beklemeden, hiç kimseye sormadan, hiçbir yere bakmadan, kâğıttan okur gibi okumaya; sanki nasihat etmeye başladı. Sanki bu güzelliği, kışın bu ilk karını kutluyor gibi ötüyordu. Saksağan, bu güzelliği herkesin görmesi, duyması için, söylediklerini her tarafa döne döne sürekli tekrarlıyordu. Serçeler hep beraber cıvıldaşıyor, saksağanın sesini bastırıyorlardı. Saksağan, buna çok öfkelendi. Uçup birkaç metre aşağıdaki ağaca kondu. Serçelerin yanına varıp onlara sert sert baktı, serçeleri sessiz olmaları için uyardı, azarladı.
Saksağan, Goguş’u görünce ona doğru dönüp kuyruğunu sağa sola sallayarak etrafta gördüklerini anlatmaya başladı. Goguş’u, bütün bu güzellikleri kendisinin yaptığına inandırmak istiyordu. Goguş’u inandırmak için türlü türlü yollar denedi, “Gak, gak,” öttü, çalıştı, didindi, ama boşuna…
IRAK
İSTANBUL’DA BİR KERKÜKLÜ
Kemal Beyatlı
“İstanbul Fatih’te, rutubetli bir bodrum katında yaşayan Kerküklü dostuma”
Biz dünyaya gelir gelmez, Türkiye’ye sevdalanırdık. İlk aşkımız Türkiye’yi sevmekle başlardı hayat. “Oraları görmek kısmet olur mu?” diye hasret çekerdik hep. Bizim topraklar ile Türkiye topraklarının bir olduğunu, kurnazca bir oyun sonucu araya bir kırmızı çizgi çekildiğini ve adına da sınır denildiğini bilir ve bu kırmızı çizginin ardındaki Türkiye’yi özlerdik. Oraları görmek başka bir sevda, başka bir arzu, başka bir umuttu… Hele İstanbul! İstanbul’u görmek, bambaşka bir heves, bambaşka bir aşktı.
Oradaki havayı bir teneffüs etsek… Sokaklarında bir gezip, dolaşsak… Bir şehir ki, iki kıtaya yayılmış, her tarafı surlarla kaplanmış, tarih boyunca birçok komutanın rüyalarına girmiş, sonunda da Türklerin olmuş… İstanbul’un ne denli büyük ve muazzam, tılsımlarla dolu bir şehir olduğunu hayal edip dururduk.
İstanbul’da, kimlerle görüşmek için can atmazdık ki! Bırakın ünlüleri, medyatik kişileri, futbolcuları… Bir bilseniz, orada yolda yürüyen insanlarla bile selamlaşıp, yanaklarımızı sonuna kadar gererek güler yüzle: “Ben geldim,” demek; içimizin ta en derin hücrelerinden, daha içten, gülen bir yüzle; “Abi ben geldim,” “Abla ben geldim,” demek; umutların zirvesinde oturan bir umuttu bizim için. Irak’ta yaşadığımız işkencelerin ana sebebi bu aşktı; bu sevgiydi. Bu, gözle görünmez bir bağlılıktı. Kerkük’te birçok Türkmen’in zindanlara atılması, ağır işkencelere tâbi tutulması, hatta idam sehpasına çıkarılmasının ana nedeni de bu aşktı.
Türkiye’den Irak’a veya Körfez ülkelerine mal götüren kamyonlara, tırlara kollarımızı olabildiğince kaldırıp el sallar, akşamları da evde herkese anlatırdık:
“Bugün Türk kamyonlarını gördüm, Türk şoförlere el salladım, onlar da bana el salladı…”
“Seninki de bir şey mi, ben mola verirlerken Türk şoförlerin yanına gittim. Onlarla konuştum bile…”
Diğeri böbürlenerek cevap verirdi. Bir de koynundan bir Türk gazetesi çıkarıp:
“Bakın, bakın Türk şoförler bana gazete bile verdiler,” diyerek ortalığı kızıştırırdı.
Bir diğeri:
“Bana da Barış Manço’nun resmini verdiler,” derdi. Muhabbet böyle uzayıp giderdi.
Baas rejimi, Türkçe basılmış her şeyi yasaklamıştı. Kamyon ve tır şoförlerinin verdikleri yırtık pırtık gazete kâğıtları, sanatçıların resimleri kaç Türkmen’in başına belâ oldu. Bu yüzden tutuklananlar oldu, aileler Kerkük’ü terk etmeye zorlandı, Irak’ın güneyine, sürgüne gönderildiler. Baas rejimi, Türkmenleri baskı ve zorla Irak’ın güneyine göç ettirerek, Türkiye sınırlarından olabildiğince uzaklaştırmak istiyordu. Belki de amaçları, bizleri Misak-i Milli sınırları dışına çıkartmaktı…
Türkiye semalarında dolaşan havanın, es kaza Kerkük semalarına gelmesi ve Türkmenlerin o havayı teneffüs etmesi bile, Irak yönetimine büyük bir endişe; büyük bir korku verirdi! Belki korku denilen şey de buydu.
Evkaf Caddesi’nde terzilik yaparak geçimini sağlayan Abdülhadi ve arkadaşlarının, yedişer yıl hüküm giymelerinin nedeni, adamcağızın dükkânında Türkçe gazete parçaları bulundurmasıydı. Abdülhadi, sıradan bir müşteri kılığında, dükkânına gelip sipariş veren, gözleri dört dönen ve etrafı süzen adamın, bir şeylerin peşinde olduğunu sonradan anlamıştı. Bu sebepten Abdülhadi Vedüd, Fatih Şakir ve birçokları, yedi yıl hapiste yattılar. Fatih Şakir’in mahpushanede sağ ayağının kangren olması, akabinde kesilmesi ve aylarca askeri hastanede yatması bile onun affedilip mahpushaneden çıkarılmasına yetmedi. Fatih Şakir yatalak bir şekilde mahpushanede can verdi. Fatih Şakir de o aşk uğruna ölenlerdendi.
Geceleri kulağımızı transistorlu radyolara dayayarak, Türkiye Radyosundan Yurttan Sesler Korosunu dinlerdik. Yaz aylarında damda yatarken, pırıl pırıl yıldızları seyrederdik. “Bu yıldızlar acaba İstanbul’un hangi evinin üzerinde,” diye düşünürdük. Kerkük ile İstanbul arasında yıldızlar birer iletişim aracı olurdu. Yıldızlar çöpçatanlık yapardı, Kerkük ile İstanbul arasında. Bu hayal, bu kurgu, her gencin kafasındaydı, zihnindeydi.
İstanbul bir hayal ülkesiydi bizim gençler için. Beyaz atlı prensi dört gözle bekleyip dururlar ve hiç göremedikleri o sevgiliyi görmek için can atarlardı…
Yıl 1991… Körfez savaşı patlak verdi. Savaş, Ortadoğu’da birçok dengeyi bozdu. İşte İstanbul’u görme fırsatı doğdu. O büyük aşkın vuslat zamanı geldi. Aşık ve maşuk artık yan yana, diz dize oturacaklar, dertleşeceklerdi. Biri diğerine: “Nerede kaldın?” diye sitem edip soracak; diğeri ise “Senden, gel diye bir işaret alamadım ki!” diyecek. Yıllarca süren ayrılığın acısını birbirlerine anlatacaklardı…
1991’in