Ali Akbaş Armağanı. Анонимный автор
Читать онлайн книгу.yazdıran o gerçeklikleri, şimdi, birer birer açıklayacağım.
Azerbaycan’ın ücra bir köşesinde dünyaya geldim. İlkokul, ortaokul, hatta üniversitede okuduğum yıllarda, ders kitaplarımızda, bizim bir Türk kavmi olduğumuza ait hiçbir bilgi yoktu. Ders kitaplarında böyle bir şey yazılmıyordu; hocalarımız ise, bizim “Türk” olduğumuzu asla söylemiyor/söyleyemiyorlardı. Peki, daha o yıllarda, benim içimde başlayan “Türklük” sevgisi ve “Türkiye” sevdasının kaynağı; bu karşı gelinemez duyguların nedeni ne idi? Gerçi doğduğum, Oğuz bölgesi, dışarıdan göç almayan, dışarıya göç vermeyen, özbeöz Türklerin yaşadığı bir yerdi. Ama yasaklar o denli acımasız, o denli güçlü idi ki, bu kadim Türk yurdunda, “Türk” kelimesini dile getirmek, Sibirya’ya sürgüne gönderilmekle sonuçlanabilirdi. Buna rağmen Moskova’da üniversitede okuduğum yıllarda, bendeki Türk sevgisi dağdan inen deli sular gibi, karşısı alınamaz bir sele dönecek. Ve ben sınıfımızda, eski Sovyetler birliğinin çeşitli Türk bölgelerinden gelen öğrenci arkadaşlarımın arasında Türkçülüğü yaymaya başlayacaktım… O yıllar, gazetelerde bir Türk sporcusunun üstün başarı kazandığı haberini okuduğum gün, âdeta bayram ediyordum. Oysa öğrenci arkadaşlarımın birçoğu, “Türk” adının ne olduğunu dahi idrak edememişlerdi. Duyulursa, beni sürgüne yollayacaklarını bile bile, Moskova’daki Türkiye Büyükelçiliğinin yerini öğrenmiştim, o zamanlar, elçiliğe girmek için bir bahanem olmasa da, Türkiye büyükelçiliği görevlilerinin hangi restorana, hangi lokantaya gittiklerini de öğrenip; onlarla tanışmak fırsatı bulmuştum. Sonraları, SSCB Yazarlar Birliğinin dış ilişkileri komisyonuna, Türkiye’ye gitmek için defalarca dilekçe verdim ama her defasında Türkiye’ye gitmek isteyenlerin çok olduğunu bahane edip; beni gâh Küba’ya, gâh Vietnam’a, gâh Burkina Faso’ya gönderdiler. Böylece, otuzdan fazla ülkeye gittim, ama Türkiye’ye giden yollar, bana bilinçli olarak kapatılmış, isteklerim hep geri çevrilmişti.
Türkiye’yi görme, oradaki soydaşlarımla görüşme arzumu içime gömdüğüm yıllardı. Yanlış hatırlamıyorsam, 1987 yılıydı. Türkiye’ye giden, tanıdıklardan biri, bana bir mektup ve bir de “Masal Çağı” adlı bir şiir kitabı getirdi. Kitabı da, mektubu da, adını ilk defa duyduğum bir şair, Ali Akbaş göndermişti. Türkiye’ye gidemesem de, yıllar sonra Türkiye’den gelen bu hediyelere çok sevinmiştim. Nihayetinde destanî bir sevgi ile vurulduğum ülkeden geliyordu bu emanetler. O zamanlar bu mektup ve bu kitabın, benim önümde nasıl büyük bir ufuk açacağını hayal bile edemezdim. (O dönemler, Sovyetler Birliği bir gün yıkılacağını, benim anavatanım Azerbaycan’ın, kanlar içinde bile olsa özgürlüğüne kavuşacağını, yıllar yılı arzuladığım uğruna savaş verdiğim vatanım özgülüğüne kavuşsa da, o özgürlüğü, o vatanda doyasıya yaşamanın bana kısmet olmayacağını ve politik nedenlerden dolayı canım kadar sevdiğim vatanımdan ayrılıp Türkiye’ye sığınacağımı, Türkiye’ye vardığımda, bana en büyük yardımı Masal Çağı’nın şairi ve o mektubun sahibi olan, yüce Allah’ın benim kader çizgimi bir gün kesiştirdiği, Ali Akbaş’ın yapacağını nereden bilebilirdim ki…)
Siz isterseniz bütün bunları bir tesadüf eseri olmuş sayın; ama benim için bütün bunlar, Levh-i mahfuzda benim alnıma yazılan yazgıdan ve Allah’ın hükmünün vakti gelince gerçekleşmesinden başka bir şey değildi. Yazıyı sonuna kadar okuduğunuzda, söylediklerimin gerçek olduğunu, siz de göreceksiniz.
Bu şiir kitabı ve bu mektup, niye bir başkasından değil de, Ali Akbaş’tan geliyordu? Bunun hikmeti neydi? Sırrı neredeydi? Sovyetler Birliği döneminde ve sonraki Bağımsızlık dönemlerinde, başlangıçta destan sevgisi düzeyinde olan Türkiye ile Azerbaycan arasındaki gönül bağları, hayal kırıklıklarını da beraberinde getirmişti. “Türklük” şuuru zayıf, “Türk” sevgisi cılız insanlar, iki Türk kardeşin kavuşmasındaki destansı kutsallığı, ne yazık ki birkaç yıl içinde yok etmişti. Ben ve Ali Akbaş da bu görüşmelerde, aynı hayal kırıklığını yaşayabilirdik. Ama şükürler olsun ki, kaderimize bu yazılmamıştı. Bu bizim elimizde değildi aslında, yani kaderimizi yazan iradenin, Allah’ın dilediği oldu, kardeş olduk.
Masal Çağı adlı şiir kitabı ile gıyabında tanıdığım Ali Akbaş’ı Azerbaycan’a davet etmiştim. Nihayet, 1988’de bir güz günü, Ali Akbaş, Kars üzerinden, Ermenistan sınırından geçip Azerbaycan’a ayakbastı ve kardeş hanesinde misafirim oldu. (Azerbaycan’da böyle bir mesel vardır: “Kardeşini tanıyor musun? Daha yoldaş olmamışsın” derler. Ama kader bana Ali Akbaş’la sadece yoldaş olmayı değil, aynı zamanda dost ve kardeş olmayı da kısmet edecekti.) Ali Akbaş, o gelişiyle bizlere dünyalar dolusu sevinç ve mutluluk getirmişti. Benim iki odalı evimde kalan mütevazı ve alçakgönüllü bu şair, eşimle ve o zaman yaşları çok daha küçük olan kızlarımla öylesine kaynayıp karışmıştı ki, sanki yıllardır bizim evdeydi, sanki yıllarca aynı çatının altında yaşamıştık. Bu, saçları yeni ağarmaya başlamış, ilk bakıldığında fazla dikkati çekmeyen adamın içinde, öyle yüksek fazlı bir sevgi vardı ki, tanıştığı bütün insanları, âdeta bu sevgi tılsımı ile büyülüyordu. O zamanlar Türkiye’den Azerbaycan’a gelişler henüz yeni başlamıştı. Ali Yavuz Akpınar ve rahmetli İbrahim Bozyel’den sonra, üçüncü gelen Ali Akbaş olmuştu. Önceden bir gezi planı hazırlamıştık. Ona ülkemizin en güzel, en önemli yerlerini gösterecektik. Ama o zamanlar, Azerbaycan, çetin imtihanlardan ve siyasi çalkantıların içinden geçiyordu. Ermeniler, kadim “Türk” toprakları olan Dağlık Karabağ’ı Azerbaycan’dan koparmak için yüz türlü hileye başvuruyorlardı ve Rusları da yanlarına almayı başarmışlardı. O nedenle “KGB” Azerbaycan’da kuş uçurtmuyordu. Ali Akbaş ile nereye gitsek, arabamızın peşine düşen başka bir araba, sürekli bizi takip ediyordu ki, onunla kendi evimde bile rahat konuşamıyordum. Çünkü konuştuklarımızın büyük çoğunluğunu sonraki gün gizli istihbarat görevlilerinin ağzından duyuyordum. Ben, o zamanlar Azerbaycan’da ileri görüşlü ve cesur çıkışları ile dikkat çeken ve Azerbaycan Türkçesi ve Rusça olarak yayımlanan iki derginin: “Gençlik” ve “Molodost” dergilerinin genel yayın yönetmeniydim. İstihbarat görevlileri, benim üzerime fazla gelmeseler de, Ali Akbaş’la aramızda köprü olan arkadaşımı, bilgi vermesi için sürekli rahatsız ediyorlar; zaman zaman onu sorguluyorlardı: Neden şöyle konuştunuz? Neden öyle dediniz? Hatta KGB görevlileri bir gün bana: “Gizli servisin bir elemanı gazeteci kimliği ile gelecek, misafirinizle (Ali Akbaş) görüşecek” diye haber gönderdiler. Ben, “asla böyle bir şey olamaz,” diye anında itirazımı bildirdim. O zaman gizli servisin en yetkili adamı bizzat gelerek benimle görüşmek istedi ve görüştük. Ve bana:
“Yurt dışından Azerbaycan’a gelen tüm misafirlerle, bu yolla görüşürüz, eğer buna imkân sağlamazsanız, biz de misafirinizi sınır dışı ederiz,” dedi.
Ben de inat ettim:
“O zaman ben de dergide, sizin bu tavrınızı yazar, yaptığınızı tüm dünyaya yayarım, başka misafirlere nasıl davrandığınız, onlarla nasıl görüştüğünüz beni ilgilendirmez ama ben, sizin bu yöntemle misafirimle görüşmenize izin vermeyeceğim,” dedim. Bu nedenle de bizi sıkı takibe almışlardı. Ali Akbaş ile gecenin üçünde, evimizin az ilerisindeki parka inip orada dert bölüşürdük. Ali Akbaş sonraları, Ankara’da Türkiye Diyanet vakfının yayınladığı “Seçilmiş Şiirler” adlı kitabıma yazdığı ön sözde bunları şöyle ifade etmişti: “Aslında Bakü de çok güzeldi; bizi Hazar’ın kıyısından buralara kaçıran neydi, niçin çıktık dağlara? Hürriyet arayışı, diyorum kendi kendime. Çünkü şehirde kapalı kapılar ardında dahi konuşamıyor insanlar. “Yerlerin de kulağı var diyorlar”. Oysa benim yığın