Sovyet Öykü Seçkisi. Анонимный автор
Читать онлайн книгу.Bu durum Daniluşko’yu da yola getirdi:
“Tamam,” dedi. “Daha fazla uğraşmayacağım. Belli ki benden daha fazlası çıkmayacak, taşın gücünü yakalayamayacağım.”
Ve düğün için bu sefer kendisi acele etmeye başladı. Telaşa gerek yoktu ki, gelinin her şeyi çoktan hazırdı… Düğün gününü ayarladılar. Daniluşko’nun neşesi yerine geldi. Kâhyaya kâseden bahsetti. Kâhya koşarak geldi. Şöyle bir baktı: mükemmeldi! Kâseyi hemen çiftlik beyine yollamak istedi ama Daniluşko şöyle dedi:
“Az bekle. Son bir detay kaldı.”
Sonbahar mevsimiydi. Dolayısıyla düğün Yılan Bayramı’na denk geldi. Bu arada birileri yakında bütün yılanların bir yerde toplanacağını hatırlattı. Daniluşko bu sözleri bir işaret olarak algıladı. Bakır taşından yapılma çiçekle ilgili konuşmaları tekrar hatırladı. Bir şeyler onu çekiyordu: “Son bir kez Yılan Dağı’na gitsem mi? Orada bir şeyler öğrenemez miyim?” Sonra bir de taşı hatırladı: “Sanki her şey ayarlanmış gibiydi! Madende… Yılan Dağı’yla ilgili konuşan o ses…”
Ve Daniluşko dağa gitti. O mevsimde toprak, artık donmaya, hafiften kar tutmaya başlamıştı. Daniluşko taşı aldığı dönemeçli yere geldi, etrafına bakındı. Aynı yerde sanki bir taş, kırılarak alınmış gibi büyükçe bir çukur oluşmuştu. Daniluşko bu taşı kimin kırdığını hiç düşünmeden çukura yaklaştı. “Biraz oturayım, rüzgârdan korunayım. Burası daha kuytu”, diye düşündü. Etrafına bakındı, bir duvarın dibinde masaya benzer bir taş vardı. Oraya oturdu, düşüncelere daldı. Toprağa bakıyordu ve şu taştan çiçek meselesi bir türlü aklından çıkmıyordu. “Bir görebilsem!..” Tam o anda hava sanki yaz gelmiş gibi birden ısınıverdi. Daniluşko kafasını kaldırdı. Tam karşısında, öbür duvarın dibinde Bakır Dağı’nın sahibi oturuyordu. Bakır taşından yapılma giysisinden ve bir de güzelliğinden Daniluşko onu hemen tanıdı. Ama bir yandan da şöyle düşünüyordu: “Belki de bana öyle geliyor. Aslında etrafta kimse yok.” Oturdu, sustu, dağın sahibinin oturduğu yere baktı, bir şey göremiyor gibiydi. Dağın sahibi de susuyordu, sanki düşüncelere dalmıştı. Sonra sormaya başladı:
“Ee, Danilo usta, boru çiçeği kâsen güzel olmadı mı?”
“Olmadı.”
“Pes etme! Yenisini dene. Tasarladığın gibi bir taş bulacaksın.”
“Hayır,” dedi Daniluşko. “Daha fazlasını yapamam. Bitkin düştüm, bir türlü olmuyor. Taştan çiçeği göster bana.”
“Göstermek kolay ama sonra pişman olursun.”
“Dağa mı hapsedeceksin?”
“Neden hapsedeyim? Yol açık ama gidenler yine bana dönüyorlar.”
“Merhamet et de göster bana taşı!”
Dağın sahibi Daniluşko’yu ikna etmeye çalıştı:
“Belki de biraz çabalarsan kendin görürsün.” Aynı zamanda Prokopiç’i de düşünüyordu: “Ustan sana acıdı, şimdi de sen ona acımalısın.” Sonra nişanlısını hatırlattı: “Seni deli gibi seviyor ama senin aklın başka yerde.”
“Biliyorum,” diye bağırdı Daniluşko. “Ama taştan çiçeği görmeden bana hayat hakkı yok. Göster bana onu!”
“Madem öyle, Danilo usta, bahçeme gidelim.”
Dağın sahibi böyle dedi ve ayağa kalktı. O anda sanki toprak kırıntıları dökülüyormuş gibi bir uğultu duyuldu. Daniluşko etrafına bakındı, duvarlar yok olmuştu. Uzun ağaçlar vardı ama bizim ormandakiler gibi değil, taştan yapılmaydılar. Kimileri mermerden, kimileri yılantaşındandı… Türlü türlü… Ama dallarıyla, yapraklarıyla canlıydılar. Rüzgârdan sallanıyor ve yuvarlanan çakıl taşları gibi uğulduyorlardı. Daha aşağılarda otlar vardı, onlar da taştan yapılmıştı. Gök mavisi, kırmızı… Çeşit çeşit… Güneş görünmüyordu ama etraf gün batımı öncesi gibi aydınlıktı. Ağaçların arasında altın yılanlar oynaşır gibi kıvrılıyorlardı. Onlardan ışık da yansıyordu.
Dağın sahibi, Daniluşko’yu büyük bir alana götürdü. Orada toprak, bildiğimiz kil gibiydi ama üzerinde kadife gibi siyah fundalıklar vardı. Bu fundalıklarda bakır taşından yapılma, iri ve yeşil çançiçekleri vardı ve her birinin üzerinde boyalı bir yıldız bulunuyordu. Bu çiçeklerin üzerinde ateşten arılar parlıyor, yıldızlar inceden inceye şarkı söyler gibi çınlıyorlardı.
“Evet Danilo usta, gördün mü?” diye sordu dağın sahibi.
“Aynısını yapacak taş asla bulunmaz,” diye cevap verdi Daniluşko.
“Eğer kendin düşünebilseydin sana böyle bir taş verirdim ama artık veremem,” dedi dağın sahibi kolunu sallayarak. Tekrar bir uğultu oldu ve Daniluşko kendini aynı çukurun içinde buldu. Rüzgâr hâlâ uğulduyordu. Ne de olsa mevsim sonbahardı.
Daniluşko eve geldi. O gün gelin evinde eğlence vardı. Daniluşko önce kendisini mutluymuş gibi gösterdi, şarkılar söyledi, dans etti ama sonra üzerine sanki bir bulut çöktü. Gelin korkuya kapıldı:
“Ne oldu sana? Sanki cenaze evinde gibisin!”
Daniluşko cevap verdi:
“Başım çatlıyor. Gözümde yeşil ve kırmızı karartılar var. Işığı göremiyorum.”
Eğlence o anda sona erdi. Adet olduğu üzere gelin, kız arkadaşlarıyla birlikte damadı uğurlamaya gitti. Yol uzak değildi. Bir, bilemediniz, iki ev ötede oturuyorlardı. Katenka arkadaşlarına seslendi:
“Halka oluşturalım kızlar. Bizim sokağın sonuna kadar gidelim, Yelanskaya sokağından dönelim.”
Kendi kendine “Daniluşko rüzgârda kalacak, ona dokunmasa bari,” diye düşünüyordu.
Kızlar ise… Mutlu mesut yürüyorlardı.
“Tamam,” diye bağırdılar. “Uğurlama zamanı. Evi de çok yakın zaten.”
Bu durumda damadı uğurlama şarkısını söylemeye bile gerek kalmadı.
Sessiz bir geceydi ve kar yağıyordu. Tam gezilecek bir hava vardı. Onlar da öyle yaptılar. Gelinle damat önden gidiyordu. Eğlenceye katılan bekâr bir gençle gelinin kız arkadaşları biraz geride kaldılar. Kızlar uğurlama şarkısını söylemeye başladılar. Şarkı, sanki cenaze uğurluyor gibi ağır ve hazindi. Katenka bunun gereksiz olduğunu düşündü: “Daniluşko olmadan asla mutlu olamam, bunlar da şu ağıtı nereden çıkardılarsa?”
Katenka, Daniluşko’yu başka şeyler düşünmeye zorladı. Daniluşko önceleri onunla konuşuyordu ama sonradan tekrar hüzünlenmeye başladı. O sırada gelinin arkadaşları şarkıyı bitirdiler ve neşelendiler. Gülüp koşuşturuyorlardı. Daniluşko ise canlı cenaze gibiydi. Katenka ne kadar uğraşsa da onu neşelendiremedi. Eve kadar bu halde gittiler. Bekâr delikanlıyla genç kızlar dağıldılar. Daniluşko ise adet olmamasına rağmen nişanlısını evine bıraktı ve tekrar kendi evine döndü. Prokopiç çoktan uyumuştu. Daniluşko sessizce ocağı yaktı, yaptığı kâseleri evin ortasına getirdi ve onlara bakmaya başladı. O sırada Prokopiç’in öksürüğü tuttu. Öksürmekten ciğerleri sökülüyordu adeta. Son zamanlarda sağlığı iyice bozulmaya başlamıştı. Bu öksürük Daniluşko’nun yüreğini burktu. Geçmişi hatırladı. İhtiyara çok acımıştı. Prokopiç öksürdü ve şöyle sordu:
“O kâselerle ne yapıyorsun?”
“Öylesine bakıyordum. Onları vermenin zamanı gelmedi mi?”
“Çoktan geldi.