Sovyet Öykü Seçkisi. Анонимный автор
Читать онлайн книгу.yaptığında altındaki bezi ipe asarlar, onu ise ayak tabanından öperler. Burun sürtülecekse o zaman herkesin burnu sürtülmeli. Kirpi ile kavga ettim, ama o dürüst değil; kafasını gizledi ve her tarafı dikenli. R-r-r! Nasıl bir kavga bu? Salam yiyordum ve istemeden salamın ipini yuttum. Apandisit mi olacağım yani?
Zina bademli süt, annesi sıcak çörek, babası eski çanta kokar, aşçı kadın ise, bilemiyorum…
Başka fikrim yok. Frr! Neden kimse bana bir parça şeker vermeyi akıl edemiyor?
Sonbahar. Yağmur yağıyor. Tüm gün yağmaktan sıkılmıyor mu? Sarı yaprakların hepsi dökülüyor, yakında ağaçlar tam anlamıyla kel kalacaklar. Sonra ise sis çökecek, büyük köpek kulübeye girecek ve sabahtan akşama kadar horul horul uyuyacak. Ben bazen ona misafirliğe gidiyorum. Ama o aptal ve cahildir. Onunla oynadığımda ve dikkatlice kuyruğunu çektiğimde o patisiyle kafama vurur ve karnımı ısırır. Cahil köylü.
Sis, sis, sis. Çamur, çamur, çamur. Ve birden hava ısınır. Her yerden çıldırmış kuşlar uçuşur. Gökyüzü Zina’nın yıkanmış mavi eteği gibi olur ve kararmış odunlarda yeşil tomurcuklar açar. Sonra tomurcuklar patlayacak, büyüyecek ve çiçek açacak… Ne güzel! Buna bahar deniyor.
Ağaçlar, yaşlıları dahi, her bahar gençleşir. İnsanlar ve yaşlı köpekler ise asla. Niçin? İşte Zina’nın amcası tamamen kel, kafasındaki tüm tüyler dökülmüş, aynı bilardo topu gibi. Birden ilkbaharda onun kafatasında yeşil çimen çıksa? Ve çiçekler?
Ya da her köpeğin kuyruğunun ucunda nisan ayında gonca açsa?..
Dünyadaki her şeyi değiştirmek isterdim. Ama küçük bir foks köpeği ne yapabilir ki?
Evde tam bir curcuna var. Halıları değiştiriyorlar, bir çeşit naftalin döküyorlar. Nasıl da hapşırtıyor! Odaya girmek bile istemiyorum. Verandada yatıyorum ve patilerimle burnumu kaşıyorum. Malum hep yalınayak dolaşıyorum, patilerim pisleniyor. Ne bela!
Zina kitaplarını topluyor ve mırlıyor. Zina’nın erkek kardeşi çiçek tarhınının karşısında bebek arabasında yatıyor ve küçük bir köpek yavrusu gibi cıyaklıyor. Sadece ben, köpek Mikki, insan gibi mütevazı ve kibar bir şekilde aksırıyorum: bronşit olmuşum. Bırakalım da toparlansınlar. Hiçbir koşulda Paris’e gitmeyeceğim. İneğin samanlığında saklanırım kimse bulamaz. Paris’te ne var ki, düşünsenize? Bir kere orada bulundum, köpek doktoruna götürdüler. Milyonların caddeleri, milyon ise ondan daha büyük. Nereye baksan ayaklar, ayaklar ve ayaklar. Otomobiller, sarhoş gergedanlar gibi, hepsi birden üzerime doğru hırlıyor ve hareket ediyorlar. Zina’nın eteğini bile dişlerimin arasından bırakmadım. Zincir çekiyor, namlu çenemi sıkıyor. Atlıkarınca parkı gibi olan bu şehirde nasıl yaşıyorlar ki!..
Hiçbir zaman gitmeyeceğim! Pencereye oturup üzerinde kadın ayağı olan bir tabelayı seyretmem için mi? Genç kapı görevlisinin bana “seni gidi domuzcuk seni” demesi için mi? Beni koltuktan ve divandan atsınlar diye mi? “Eve pire getiriyorsun sen,” diye yüzüme vurmaları için mi? Pireleri ben üretmiyorum ki, kendileri türüyorlar…
Ah ne kadar da rezil köpekler var orada! Aralıklı parmaklı, asık suratlı ve salyalı dilleri olan buldok köpekleri, kasapları andıran çizgili danua çinileri, köpek kılığına girmiş kurbağa gibi olan mopslar; balonkalar asık kulaklar ve yaşlı gözlerle kıllı böcekler gibiler… İğrenç! Hav hav hav! Neden bu köpeklerin hepsi farklı iken kediler hep aynı model? Bu arada biliyor musunuz, Zina onların birbirine benzediğini söylemişti; köpeklerin sahiplerine ve sahiplerin de köpeklerine. Ya Mikki ve Zina? Ne var, biz de benziyoruz, sadece fiyonklarımız farklı: onunki yeşil, benimkisi ise sarı.
Kapıdan nasıl da rüzgâr esiyor! Palto divanda, ama ben örtünmeyi bilmiyorum. Ne derseniz deyin eller bazen iyi şeylerdir.
Kamyon eşyaları aldı. Masada kâğıtlar ve çöpler. Neden insanlar bir yerden diğer yere taşınıyorlar? İşler, dersler, daire… “Köpek gibi yaşamak!” diyor Zina’nın babası. Yok ya, köpek hayatı daha iyi, ben bunu bilirim.
Beni bırakıyorlar. Ne yaparsın, sokak köpeği ile arkadaş olurum. Zina ağlamamamı söylüyor, eğer yaramazlık yapmazsam haftada bir kez ziyaretime gelmeye söz veriyor. Yapmam tabi ki! Onu çok seviyorum. Bugün onun gözlerini yaladım, o da benim burnumu. Muhteşem bir kız!
Bahçıvana beni beslemesi söylendi. Hele bir beslemesin, tüm şişelerini tek tek kırarım! Beni kasap da sever: her seferinde geldiğinde bana bir şeyler verir. Yavru kediler çok hızlı büyüdü. Beni neredeyse unuttular ve parkelerin içinde cin çarpmış gibi geziniyorlar (cin çarpmış ne demekse?). Mecburen onlarla da arkadaş olmak gerekiyor…
En üzücüsü ise son kalemimin ucunun bitiyor olması. Çalışma masasındaki her şeyi de topladılar. Neden kendime stok ayırmayı akıl edemedim ki! Elveda sevgili günlük… Zina’ya öyle yalvardım, öyle yalvardım ki elbisesinden çektim, çalışma masasının önünde divane oldum, ama o bir türlü anlamıyor ve ağzıma sürekli çikolata tıkıştırıyor. Ne kadar acı! Elsiz olmak zor, dilsiz olmak ise daha vahim!..
Benim altın, gümüş, pırlanta defterim. Seni rafa kaldırıyorum, gelecek bahara kadar orada kal… Ah ah! Hav! Zina yazdığımı fark etti… Bana geliyor! Elimden ald…
Evde kimse yok. Bütün deliklerden köpek rüzgârı esiyor (neden köpek rüzgârı?). Genel olarak rüzgâr salaktır. Kuru bir parkta eser, orada da koparacak hiçbir şey yoktur. Avluda rüzgârla bir şekilde başa çıkıyorum, sırtımı rüzgâra dönüyorum, kafamı aşağı eğiyorum, bacaklarımı açıyorum ve bahçıvanın deyimiyle “bana vız geliyor”. Odanın içindeyse bu hayduttan gizlenecek yer yoktur. Kapının altından, penceredeki aralıklardan, duvardaki deliklerden içeri girer ve onun annesi köpek olmuş gibi öyle vızıldıyor, öyle cıyaklıyor, öyle uğulduyor ki. Halbuki ne suratı, ne gırtlağı, ne karnı, ne de poposu var. O neyle üflüyor, anlayamıyorum…
Divandaki yastığın altına sokuluyorum, gözlerimi kapatıyorum ve duymamaya çalışıyorum.
Eğer biri bana neden sonbahar, neden kış olduğunu bir şekilde açıklasaydı, yulaf lapasıyla dolu olan kâseyi ona verirdim (iğrenç bir şey). Ağaçlı yolda böylesi geçit vermez çamuru sadece hayvanat bahçesinde gergedanın altında görmüştüm. Islak. Kuru dallar birbirine çarpıyor ve aksırıyorlar. Karga, tüyleri dökülmüş korkuluk, beni kızdırıyor. “Gak! Seni neden şehre götürmediler ki?”
Çünkü kendim istemedim! Şimdi pişmanım, ama babayiğitliğimi sürdürüyorum. Dün şöminenin önünde ağladım, karanlıkta ve rutubette çok canım sıkıldı. Mum buldum, ama yakmayı beceremiyorum. Au, au, au!
Fareler geziniyor. Foks köpeğinden beklenmese de ben fareleri çok severim. Bu kadar küçük oldukları ve her zaman yemek istedikleri için mi suçlular?
Dün fare yavrusunun biri çıktı ve geçen yıldan kalma bir cevizi yerde yuvarlamaya başladı. Ben de yuvarlak olan her şeyi yuvarlamayı severim. Onunla da oynamak çok istedim, ama kendimi tuttum: yat, salak, sessizce! Sen fil gibi büyüksün, yavruyu ürkütürsün, bir daha gelmez. Ne kadar akıllıyım ama!
Bugün başka bir yavru fare divanın tepesine çıkmaya ve benim burnumu koklamaya cesaret etti. Ben dilimi ısırdım ve içerledim. Tuhaf! Onu nasıl da seviyorum!
Fareler birbirinden nasıl ayırt edilir?
Eğer kedi onlara dokunmaya cüret ederse, kediyi en uzun çam ağacının tepesine kovalayacağım ve tüm gün onu orada asılı tutacağım… Hav! Süprüntü! Nefret ediyorum!..
Neden