Selahaddin - İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan. Stanley Lane-Poole
Читать онлайн книгу.href="#n27" type="note">27 arasındaki bu dağlık bölgede, pastoral bir hayat yaşadılar. Klan hayatına özgü tavırlarında, çapulculuklarıyla, saf yiğitlikle özdeşleştirdikleri onur ve konukseverlik anlayışlarıyla ve tartışılmaz cesaretleriyle, İslamiyet öncesi “Cahiliye Dönemi” Araplarına veya dağlık bölgede yaşayan Marshal Wade reformlarından önceki İskoçlara benziyorlardı. Hiçbir zaman kahraman ruhlu ve cengâver insanlar olmadılar, uygarlığa kapalılardı ve yabancılar onları idare etmede güçlük çekiyordu fakat ham da olsa birçok fazilet sahibiydiler. Tabii Selahaddin’in dünyaya gelmesini sağlayan daha eski atalarıyla pek ilgili değiliz. Ailesi, biyografi yazarları tarafından gitgide daha yaygın bir şekilde “Dvin’in en tanınmış ve seçkin ailelerinden biri” şeklinde tanımlanıyor; bu doğru olsa bile bu saygınlık daha ziyade mahalli ve sınırlı bir ayrıcalık. Dvin veya eski adıyla Debil, onuncu yüzyılda Tiflis önem kazanmadan önce İç veya Kuzey Ermenistan’ın başkentiydi. Hükümdarın ikametgâhı olan büyük surlarla çevrili bu kentin sakinleri, büyük ölçüde kendi dokudukları ve kırmız kurdundan elde ettikleri parlak kırmızı boyayla boyadıkları keçeden yapılan giysi ve kilimlerin ticaretini yapan Hristiyanlardı. Müslüman yönetimlerin altında Yahudiler, Mecusiler ve Hristiyanlar burada barış içinde yaşıyordu, Ermeni kilisesinin yanında Müslümanların ibadethanesi cami yer alıyordu.
Ne var ki Selahaddin’in büyükbabası, Mervan’ın oğlu Şadi bu saygın ve itibarlı pozisyonu kazandığında Dvin çoktan çöküşe geçmişti. Bunun üzerine Şadi, çok sayıdaki oğullarının iyi birer meslek edinmeleri için halife ve sultanın maiyetlerinin işinde iyi olanlara ödüller vadettiği ve çok daha heyecan verici olan Bağdat’a gitmeyi aklına koydu. Şadi bugün yalnızca bir isimden ibaret; Dvin’de bir köleyken İran saraylarında yüksek makamlara gelen, Selçuklu beylerine özel öğretmenlik yapan ve sonrasında da Bağdat şehrinin idaresine getirilerek ödüllendirilen Yunan Bihruz’un yakın arkadaşı olduğu haricinde hayatı veya karakteriyle ilgili hiçbir şey bilinmiyor. Şadi bu eski dostuna başvurdu ve o da alicenaplığını göstererek arkadaşının oğlu Eyüb’ü Tikrit Kalesi kumandanlığına getirdi. Şadi ve Şirkuh’un Eyüb’e katıldıkları kesin olmakla birlikte, muhtemelen bütün aile bu talihli kumandanın yanında yer aldı. Bütün bunlara rağmen Bihruz’un güvenini aklı ve sağduyusuyla haklı çıkaracak son kişi olan ağırkanlı ve aldırışsız Şirkuh, görünüşe göre, kahramanvari bir cinayetle, bir kadının öcünü almak için bir serseriyi öldürerek ailenin iyi talihini tersine çevirdi. Zaten pek de sevmediği Zengi’nin kaçışından rahatsız olan Bihruz, Şirkuh’un bu zorbalığını görmezden gelmek niyetinde değildi. Kardeşlerden başka yerde iş aramaları istendi. Şehirden göçtükleri günün gecesinde Eyüb’ün karısının bir oğlan doğurmasını uğursuzluğa yorarak, talihsizlik duygusunun altında başarısızlığa uğramış bir şekilde Tikrit’ten ayrıldılar. Uğursuzluğa uğradıkları yönündeki bu kehanet tabii ki asla gerçeklere uygun değildi çünkü Tikrit’te miladi 1138 yılında doğduğunda attığı ilk çığlıkları ile yolculuk hazırlıklarını sekteye uğratan bu çocuk, sonradan doğuda ve batıda imanın onuru olacak, bizim bildiğimiz adıyla Selahaddin soyadıyla nam salacak Yusuf’tan başkası değildi.28
Eyüb’ün bebek Selahaddin’i nereye götürdüğüne ve başlarına neler geldiğine değinmeden önce kısaca Sarazenlerin müstakbel liderlerinin hayatını ve başarılarını şekillendiren siyasi koşullara göz atmalıyız. O günlerin doğu dünyası halifenin eski imparatorluğundan oldukça farklıydı; Selahaddin’in babasının zamanında bile birtakım hayati değişiklikler olmuştu. İslam ordularını, başta kuru otlak yangını gibi Arap meydanlarından doğuda Hint çöllerine, batıda Atlas Okyanusu’nun dövdüğü kıyılara kadar coşkuyla taşıyan ateşli gayretkeşlik, imparatorluğun aniden ve şaşırtıcı biçimde edindiği yapıyı, sıkı bir düzen içinde tutmaya yetmemişti. Aslında halifelik altı yüzyıldan fazla bir süre boyunca varlığını sürdürdüyse de imparatorluğun nüfuzu bunun ancak üçte biri bir süreyle korunabildi.
Arap peygamberin askerleri yedinci yüzyılda Mısır, Suriye, İran ve hatta Amuderya’nın öte yakasındaki toprakları kontrolleri altına aldılar ve sekizinci yüzyıl başlarında İspanya’yı kendi topraklarına katarak Berberi kıyılarının neredeyse tamamını fethettiler. Böyle mücadeleci ve saldırgan ırkların birlikteliğinden oluşan ve birbirinden bu kadar uzak toprakları bünyesinde barındıran bir imparatorluğun tek bir merkezî yönetime kati suretle itaat etmesi, hele de idare yetkisini Şam ile Bağdat arasında paylaştırarak bu durumunu uzun süre devam ettirmesi düşünülemezdi. Üstelik Müslüman sistemindeki valilik, Roma valiliklerine göre fiilî bağımsızlığını kazanmaya daha da yatkındı. Dinî olduğu kadar idari bir kavram da olan halifelik, yerel idarecileri ruhani lidere duyulan bağlılıkla çelişmeyecek nitelikte yetkiler elde etmek konusunda cesaretlendirdiği gibi, İslam’ın içinde mevcut olan sektler, özellikle de Ali’nin soyundan gelen eziyet görmüş kimselerden esinlenerek vücut bulan tuhaf ve fanatik bağlılıklar, devletin parçalanmasına kadar giden yolun önünü açtı.
Dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Müslüman imparatorluğunun ipleri ya Abbasi halifesinin otoritesini reddeden ya da onu en azından nazikçe “inananların yol göstericisi” olarak tanımlayan -ki bu katıksız bir hürmet göstergesidir- hükümdarların eline geçmişti. Halifenin fermanı Büyük Harun Raşid döneminde bile İspanya veya Fas’ta etkili olmuyor ve Tunus’ta ancak sınırlı bir saygıyla karşılanıyordu. Önce Mısır, sonra Kuzeydoğu İran kısa zamanda batıda yaşanan aşırılıkları takip etti. Onuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise halifenin dünyevi etkisi, kendini koruması amacıyla getirttiği paralı askerlerin kumandanı tarafından üzücü bir şekilde hapsedildiği sarayının surlarının ötesine geçemedi. Bu dinî iktidarsızlık hâli Bağdat halifeliğinin 1258’de Moğollar tarafından sonlandırılmasına kadar pek değişime uğramadan devam etti. Zaman zaman Abbasiler, gerek komşularının güçsüzlüğü gerekse halifenin kişisel itibarı sayesinde Dicle ve Fırat vadilerindeki toprakların bir kısmının kontrolünü geçici olarak yeniden ele geçirdiler. O zaman bile, halifenin ordusu daha büyük olduğu hâlde ve halife, kendinden öncekilerden daha geniş bir hâkimiyet alanına hükmettiği hâlde, otoritesi Mezopotamya’da bir bölgeyle sınırlıydı ve etkisi, İslamiyetin ruhani lideri olarak saklı kalmakla birlikte Selahaddin’in siyasi dünyasında neredeyse görmezden gelinebilecek kadar azdı.
Bu siyasi dünya pratikte doğuda Dicle, batıda Libya Çölü’yle sınırlıydı. Selahaddin devlet işlerine karışmaya başlamadan önceki bir buçuk yüzyıl süresince Mısır’ı, Muhammed’in damadı Ali’nin soyundan gelmeleri sebebiyle Bağdat’taki Abbasi halifesini tamamen reddederek ruhani üstünlük iddia eden, ayrılıkçı bir hanedan olan Fâtımî halifeler idare etmişti. Haçlı seferlerine yol açan siyasi altyapı ile daha yakından ilgili olan şey ise Suriye ve Mezopotamya’daki durumdu. Bu bölgelerin tamamı, Kürdistan dağlarından Lübnan’a, ırksal ve siyasi olarak Arabistan’la müttefikti. Geniş Arap kabileleri, erken dönemlerden itibaren isimlerinin coğrafi bölgelerde hâlen korunduğu Mezopotamya’nın bu verimli vadilerine yerleşmişti.
Bedevi kabileleri, bugüne kadar yaptıkları gibi, her yıl, Arabistan’dan Fırat’ın çayırlık alanlarına, oradan oraya göçüp durdular ve geçmişte olduğu gibi günümüzde de artık pek çok kabile, Suriye’nin çeşitli bölgelerine kalıcı olarak yerleşmiş durumda. Halifeliğin çöküşü doğal olarak bazı Arap kabilelerinin kendi idare ettikleri bölgelerde Arap krallıkları kurulmasına yol açtı, buna bağlı olarak da onuncu ve on birinci yüzyıllarda Suriye’nin büyük bir kısmı ve Mezopotamya siyasi olarak ağırlık kazandı fakat on ikinci yüzyılda bütün bunlar değişti. Araplar mutat yerlerinde kaldılar ve şimdi de olduğu gibi Diyarbakır’ın yukarı vadilerine kadar ülkenin
28
Selahaddin’in doğduğu hicri 532 yılı miladi takvime göre 19 Eylül 1137-8 Eylül 1138 arasına denk düşüyor. Selahaddin -doğduğu ayın kaydı olmamakla birlikte- 1137 yılında da dünyaya gelmiş olabilir.