Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель Пруст
Читать онлайн книгу.Bir süreliğine uzaklaşmalıydım ancak bunu yapacak yüreğe sahip değildim. Bunu defalarca düşünmüştüm. O zamanlar, Françoise’dan bavulumu hazırlamasını hemen ardından da bavulumu boşaltmasını istiyordum. Taklit ruhunu ve zamanın ötesinde kalmış görünmeme arzusu, insanın en doğal ve en kendinden emin hâllerini değiştirdiğinden, Françoise kızının lügatinden ödünç aldığı bir kelimeyle benim ‘mankafa’ olduğumu söylüyordu. Bunu kabul etmiyor, her zaman ‘dengeyi’ sağladığımı söylüyordu çünkü Françoise modern insanlarla aşık atmak niyetinde olmadığında, Saint-Simon dilini kullanırdı. Bir efendi gibi konuşmamdan hiç hoşlanmazdı. Bunun benim için doğal olmadığını, bana yakışmadığını bildiğinden bu durumu ‘Siz bu değilsiniz.’ diyerek özetliyordu. Beni Mme. de Guermantes’a daha da yaklaştıracak bir yer olmadığı sürece Paris’ten ayrılmak gibi bir niyetim hiçbir zaman olmadı. Bu katiyen imkânsızdı. Mme. de Guermantes’tan kilometrelerce uzağa ancak onun tanıdıklarından birine, arkadaş seçimi konusunda özen gösteren birine, iyi özelliklerimi takdir edecek, Düşes’e benden bahsedebilecek birine gitseydim, sabahları sokakta yalnız, utanmış, dile getirmek istediğim düşüncelerin hiçbirinden haberi olmadığının bilincinde, her gün bir arpa boyu ilerleme fırsatı bulamadığım ve muhtemelen sonsuza kadar sürecek olan bir aşağı bir yukarı devriye atarcasına yürümelerime kıyasla kendimi ona daha yakın bulmaz mıydım? Bunlar olmasa bile en azından ne istediğimi bilmesini sağlardı; sırf Düşes’e şu ya da bu mesajı iletip iletemeyeceğinin düşüncesi, yalnız ve sessizce daldığım düşüncelerime yeni bir biçim, sözlü ve aktif bir ilerleme kazandırarak neredeyse gerçekleşmiş gibi olurdu. Bir ‘Guermantes’ olarak yaşadığı esrarengiz hayatı sırasında yaptıkları düşüncelerimin değişmeyen nesnesiydi; dolaylı yoldan, bir kaldıraç gibi, Düşes’in şehirdeki evine girmesi yasak olmayan bir kişinin hizmetçilerini kullanarak, davetlerine katılan, onunla bitmek bilmeyen sohbetler yapabilen birinin aracılığıyla iletişim kurmak, uzak fakat aynı zamanda her sabah sokaktaki seyrimden daha etkili olmaz mıydı?
Saint-Loup’nun bana karşı hissettiği dostluk ve hayranlık bence hak ettiğim şeyler değildi ve bugüne kadar hiç istifimi bozmamıştım. Bir anda gözümde değer kazandılar, bunları Mme. de Guermantes’a açıklamasını isterdim hatta ondan bunu yapmasını bile isteyebilirdim. Çünkü insan âşık olduğunda, zevk aldığı tüm önemsiz küçük ayrıcalıkları sevdiğine anlatmayı ister; tıpkı mirastan mahrum bırakılan ve can sıkıcı olan diğer insanların her gün bize yaptıkları gibi. Sevdiğimiz kadının bundan bihaber olmasıysa bizi çok üzer; bunlar hiçbir zaman görünür olmadığından belki de sevdiğimiz kadının, bizimle ilgili fikrine, bilinmeyen olarak kalması gereken iyiliklerin ihtimalini eklediği düşüncesinde teselli bulmaya çalışırız.
Saint-Loup ya askerî görevinden ya da şu ana kadar iki kez ayrılma noktasına geldiği metresiyle yaşadığı sorunlarından dolayı uzun süredir Paris’e gelememişti. Görev aldığı garnizon bölgesinde onu ziyarete gidersem ne kadar mutlu olacağını sık sık dile getiriyordu, garnizonun adını, onun Balbec’e gitmesinden birkaç gün sonra arkadaşımdan aldığım ilk mektubun zarfının üstünde okuduğumda çok mutlu olmuştum. Geniş bir kırsalın üstüne kurulmuş, (tamamen karasal bölgelerle çevrili olması insanı düşündürüyor olsa da Balbec’ten çok da uzak olmayan) aristokratik aynı zamanda askerî küçük müstahkem kasabalardan biriydi; havanın güzel olduğu günlerde, bir alay geçit töreninde yapılan hareketlerden -tıpkı kavak ağaçlarından oluşan bir perdenin, kıvrımlarıyla göremediğimiz bir nehre çizdiği rota misali- yükselen, kesik kesik sesler havada yankılanır; o kadar ki, sokakların, caddelerin ve meydanların havasını bile aralıksız yayılan titreşimlerle müzikal ve savaşçı naraları yavaş yavaş kaplardı; at arabalarının ve tramvayın çıkardığı sıradan notaları, sanrılı kulaklarda sonsuza kadar sessizliğin tekrarlandığı, belli belirsiz trompet seslerinin uzayıp gittiği esnada. Paris’ten çok da uzakta değildi, ekspres treniyle eve dönüp, büyükannemi ziyaret ettikten sonra kendi yatağımda uyuyabilirdim. Bunu anladığım anda, acı dolu bir özlemin hüznüne boğuldum, Paris’e dönmeyip bu kasabada kalmaya karar verecek kadar güçlü bir iradeye sahip değildim; fakat aynı zamanda bir hizmetçinin bavulumu arabaya kadar taşımasını engelleyecek iradeye de sahip değildim; hizmetçinin arkasından yürürken bavullarına göz kulak olan ve ardından bekleyen bir büyükannesi olmayan bir yolcunun arındırılmış zihnini benimsemekten kendimi alıkoyamadığım gibi, ne istediğini düşünmekten vazgeçip, ne istediğini bilen bir insan edasıyla arabaya binip şoföre süvari kışlasının adresini verecek iradem de yoktu. Saint-Loup’nun, yabancısı olduğum bu şehirle karşılaşmamın ilk şokunu hafifletmek amacıyla o gece kalacağım otelde bana eşlik edeceğini düşünmüştüm. Askerlerden biri ona haber vermeye gitti, bense kışlanın kapısında bekledim; kasım rüzgârlarıyla uğuldayan devasa geminin içinden saatler altıyı gösterdiği için sürekli askerler ikişer ikişer sokaklara çıkıyor, uzun süreli yolculuğun ardından kısa süreliğine yabancı bir limana demir atmışlarcasına sendeliyorlardı.
Saint-Loup bir kasırga gibi hareket ediyor bir yandan da monokl gözlüğünü düzeltir vaziyette belirdi; haber götüren askere adımı vermemiştim, beni gördüğü zamanki şaşkınlığının ve mutluluğunun tadını çıkarmak istiyordum. “Hay aksi!” diye haykırdı beni görünce, tepeden tırnağa kızararak. “Az evvel haftalık nöbeti devraldım, bir hafta boyunca görevimin başından ayrılamayacağım.”
Yatma vaktinde yaşadığım ızdıraplara Balbec’ten aşina olup yatıştırmış ve bunu herkesten daha iyi bilen birisi olarak ilk geceyi yalnız geçirecek olmamın vermiş olduğu endişeyle yakınmalarını yarıda kesip güzel sözlerine eşlik ettiği gülümsemesiyle, yarısı doğrudan gözünden, diğer yarısı monokl gözlüğünden gelen şefkatli fakat simetrik olmayan bakışlarla bana bakıyordu; bütün bunlar da beni yeniden görmenin yaratmış olduğu hissiyatın bir anıştırmasıydı; genellikle anlamadığım fakat artık son derece önem taşıyan bir konunun, dostluğumuzun anıştırmasıydı.
“Onu bunu bırak da! Peki nerede kalacaksınız? Açıkçası bizim yemek yediğimiz oteli tavsiye etmem; zaten konumu fuarın tam yanı, yakın zamanda tüm gösteriler başlayacak, inanılmaz bir kalabalık olacak. Hayır, Flandre Oteli sizin için daha uygun olacaktır; eski duvar halılarıyla dolu on sekizinci yüzyıldan kalma küçük bir saraydır. ‘Kadim dünyaya’ açılan bir yer ‘havası’ var.”
Saint-Loup kurduğu her cümlede ‘havası’ kelimesini kullanırdı çünkü yazılı dilde olduğu gibi sözlü dilde de zaman zaman kelimelerin anlamlarını, ifadenin inceliklerini vurgulamak için bu tarz benzetmelere ihtiyaç duyar. Tıpkı gazetecilerin yaptıkları alıntılardaki ‘anlatım tarzları’nın hangi edebî akımdan kaynaklandığına dair en ufak bir fikre sahip olmadıkları gibi, Saint-Loup’nun konuşma ve kelime dağarcığı, hiçbirini şahsen tanımadığı ancak söyleyiş tarzları dolaylı olarak ona aşılanmış olan üç farklı estetin22 taklidinden oluşuyordu. “Ayrıca.” diye devam etti sözüne. “Sözünü ettiğim bu otel, sizin aşırı hassas kulaklarınız için oldukça iyi bir yerdir. Sizden başka kimse olmayacaktır. O kadar da önemli bir avantaj olmadığının farkındayım, sonuçta ertesi gün başka bir ziyaretçi gelebilir, bu oteli böylesine belirsiz bir amaç yüzünden seçmeye değmez. Ancak göze hitap etmesi açısından tavsiye ederim. Odalar oldukça çekici, tüm mobilyalar eski ve rahattır; insanı güvende hissettiren bir havası vardır.” Fakat Saint-Loup kadar sanatçı bir ruha sahip olmayan benim için, çekici bir evin verebileceği zevk yüzeyseldi, hatta neredeyse yok gibiydi; gitgide büyüyen ızdırap, uzun zaman önce Combray’de annem iyi geceler demek için yanıma gelmediğinde hissettiğim ya da Balbec’e vardığım akşam filizlenmiş çiçek gibi kokan normalden daha yüksek tavanlı
22
Hayatın içindeki güzeli/güzelliği seven, takdir eden ve görmekten mutluluk duyan kişiye denir. (ç.n.)