Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель Пруст
Читать онлайн книгу.fakat yoluna çıkanlara küfürler eden bir astsubay Saint-Loup’ya gülümseyerek döndü ve yanında bir arkadaşı olduğunu fark edince selam verdi. At o esnada şaha kalktı. Saint-Loup bir çırpıda atın başındaki dizginleri yakalayıp hayvanı sakinleştirmeyi başardıktan sonra yanıma geldi.
“Evet.” diye devam etti; “Sizi temin ederim ki sizi çok iyi anlıyorum; en az sizin kadar hevesliydim. Beni en çok üzense…” derken ellerini şefkatle omzuma koydu. “Bu gece yanınızda kalabilseydim sabaha kadar konuşarak sizi biraz da olsa mutsuzluğunuzdan kurtarabilecek olmamım bilinci. Size bir sürü kitap ödünç verebilirim, gerçi bu hâldeyken okumak isteyeceğinizi pek sanmıyorum. Maalesef görevimi başkasına da devredemem, kızım beni ziyarete geldiğinde iki kez devretmiştim çünkü.”
Kaşlarını kısmen üzüntüyle ama daha çok hastalığımı en iyi hangi ilacın geçireceğini karar veren doktor edasıyla çattı.
“Çabuk koş ve benim odamdaki şömineyi yak.” diye seslendi yanımızdan geçen bir askere. “Acele et! Çabuk ol!”
Ardından bir kez daha bana döndü; miyop ve monokl gözlüğünden attığı bakışlarıyla büyük dostluğumuza anıştırmada bulunuyordu.
“Hayır! Sizi burada, birlikte vakit geçirmeyi düşündüğüm bu kışlada görmek, inanılır şey değil. Rüya görüyor olmalıyım. Sıhhatiniz nasıl? Daha iyisinizdir umarım. Birazdan her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatırsınız. Daha fazla bu meydanda durmayalım felaket cereyan var, odama çıkalım; ben artık hissetmiyorum; fakat siz buna alışık değilsiniz, üşütmenizden korkuyorum. Bu arada işinizden ne haber, hâlâ başlamadınız mı? Başlamadınız mı? Çok tuhaf birisiniz! Sizdeki yetenek bende olsaydı muhtemelen sabah, öğlen ve akşam yazıp dururdum. Hiçbir şey yapmadan boş boş oturmaktan memnun musunuz? Ne yazık ki, her daim çalışmaya hazır olan benim gibi insanlar bunu istese bile yapamayacaktır. Neredeyse sormayı unutuyordum, büyükanneniz nasıl? Bana verdiği Proudhonları hiçbir zaman yanımdan ayırmadım.”
Uzun boylu, yakışıklı, heybetli bir subay ağır ve ciddi yürüyüşüyle merdivenlerden indi. Saint-Loup selam verdi ve durmadan hareket eden bedenini, eli kepine değdiği süre boyunca sabitlemeyi başardı. Fakat bu hareketi öylesine şiddetli gerçekleştirdi, öylesine keskin bir hareketle doğruldu, selamını indirirken öylesine ani bir gevşeme yaşadı ve omuzları, bacakları ve monokl gözlüğünün pozisyonları öylesine değişti ki bir hareketsizlik anından çok, yapılan aşırı hareketlerin diğerlerini etkisiz hâle getirdiği, titreşimli bir kasılma durumu yaşadı. Bu arada subay, bize hiç yaklaşmadan, sakin, yardımsever, vakur, görkemli, kısacası Saint-Loup’nun tam tersi bir görüntüyle acele etmeden elini kepinin hizasına kadar kaldırdı.
“Yüzbaşına bir şey iletmeliyim.” diye fısıldadı Saint-Loup. “Siz benim odama çıkın. Üçüncü katta, sağdan ikinci oda; ben de hemen geleceğim.”
Dört bir yana dağılan gözlüğünü bir yandan toplamaya çalışıyor bir yandan da görkemli ve ağır ağır yürüyen Yüzbaşı’nın peşinden koşuyordu; Yüzbaşı’ysa o sırada getirilen atına binmeden önce, bazı tarihsel tabloları anımsatan asil duruşu ve hareketleriyle emirler veriyordu; sanki Birinci Fransız İmparatorluğu’nun bir savaşına katılacakmış gibi, oysa sadece evine geri dönüyordu; Doncières’de görev aldığı süre boyunca kaldığı ev, adını sanki Napolyon’un gelişinin alaycı bir şekilde sembolize edildiği Cumhuriyet Meydanı gibi bir meydanda yer alıyordu. Merdivenden çıkmaya başladım, çivili basamaklara attığım her adımda kayacak gibi oluyor, çıplak duvarların dibine yerleştirilen ranzaların ve teçhizatların olduğu koğuşlar gözüme ilişiyordu. Saint-Loup’nun odasını gösterdiler. Bir süreliğine kapalı kapının önünde durdum çünkü birinin kıpırdandığını duyabiliyordum; bir şeyin yerini değiştiriyordu, başka bir şeyi yere düşürüyordu; odanın boş olmadığını, orada birinin varlığını hissettim. Fakat sesler yalnızca yeni yanmaya başlamış olan şömineye aitti. Ses çıkarmadan duramıyor, üzerindeki çalı çırpı yığınlarını beceriksizce hareket ettiriyordu. Odaya girdiğim sırada yanmakta olan şömine, odunları bir bir tüttürüyordu. Hareket etmediğinde bile, hastalıklı bir insan gibi sürekli ses çıkarıyordu, alevlerin yükseldiğini gördüğüm anda seslerin ateşten çıktığının farkına vardım; eğer duvarın öteki tarafında oturuyor olsaydım bu seslerin burnunu sümküren, etrafta yürüyen birinden çıktığını düşünürdüm. Sandalyeye oturup beklemeye başladım. On sekizinci yüzyıla ait Liberty duvar kaplamaları ve eski Alman eşyaları odayı, binanın geri kalanından yayılan bayat tostunki gibi ağır, mayhoş, küflü bir kokudan kurtarmayı başarmıştı. Burada, her şeyden arındırılmış bu odada sakin ve mutlu bir zihinle yemek yiyebilir, uyuyabilirdim; masanın üzerinde, aralarında kendimin ve Guermantes Düşesi’nin de olduğunu anladığım fotoğrafların arasında dağınık hâlde duran ders kitaplarından, nihayet şömineye alışan ateşin ışığı yansımaların sessiz, sakin ve teyakkuzdaki bir hayvanı andırmasından, ufalanan kıvılcımlar ya da şöminenin duvarlarını alevden diliyle yalayan bir odun parçasının içten içe yanmasından sanki Saint-Loup odadaymış izlenimi oluşuyordu. Saint-Loup’nun saatinin çok uzakta olmayan tik tak seslerini duyuyordum. Tik taklar sürekli yer değişiyordu; çünkü saati göremiyordum, bir arkamdan geliyor bir önümden, sağımdan, solumdan, bazen de çok derin bir çukura atılmış gibi kaybolup gidiyordu. Aniden masanın üstündeki saati görüverdim. Ardından gelen tik tak seslerinin geldiği yer sabitlendi, bir daha hareket etmedi. Yani en azından duyduğumu sanıyordum; sesi orada duymuyordum, sesi orada görüyordum fakat seslerin bir yeri yoktur. Daha doğrusu onları hareketlerle ilişkilendiririz ve böylece bize bu hareketler konusunda uyarma, onları gerekli ve en doğal hâllerine getirme amacına hizmet eder. Kuşkusuz, kulakları pamukla sıkı sıkıya kapatılmış hasta bir adamın, o anda Saint-Loup’nun şöminesindeki közlerle, yanan odunlarla ve şöminenin parmaklıklarına düşen küllerle uğraşmaktan çatırdayan alevin sesini duymadığı gibi, Doncières Meydanı’ndaki tramvayların düzenli aralıklarla yükselen melodisinin akışını sık sık hissetmediği olurdu. O zaman hasta adam kitap okurken, sayfalar sanki bir tanrının parmaklarıyla çevriliyormuşçasına sessizce önünde dönecektir. Doldurulmakta olan küvetin donuk gürültüsü, gökyüzündeki kuşların cıvıltısı misali tizleşip, hafifleyip uzaklaştı. Sesin geri çekilmesi, seyrelmesi, bizi incitecek bütün gücünden mahrum bırakıyor; az evvel tepemizdeki tavanı paramparça edermişçesine inen çekiç darbelerinin çıkarttığı ses yüzünden deliye dönerken, şimdi yol kenarından esen meltemle oynayan yaprakların uğultusu gibi uzaktan gelen narin ve hassas seslere kulak kesiliyoruz. Sesini duymadığımız kartlarla fal açarız, onlara dokunmadığımızı, kendi kendilerine hareket ettiklerini ve onlarla oynama arzumuzu öncesinden tahmin edip bizimle oynamaya başladıklarını hayal ederiz. Bu bağlamda kendimize şunu sorabiliriz: Aşk konusunda (buna yaşama aşkını ve şöhret aşkını da ekleyebiliriz çünkü görünen o ki bu iki duyguyu tadan kişiler var), gürültü tarafından rahatsız olunca, kesilmesi için dua etmek yerine kulaklarını tıkayan insanlar gibi mi davranmalıyız; dikkatimizi, dayanma gücümüzü, âşık olduğumuz ‘kişiye’ değil, o kişinin ellerinde acı çekme kapasitemizi kontrol altına almak için mi kullanmalıyız?
Ses meselesine gelince, işitme kanallarını tıkayan tıkaçları daha da kalınlaştırmalıyız ki tepemizdeki gürültülü bir eser çalan kızın sesleri bir pianissimo23 gibi gelsin kulağımıza; daha da ileriye gidip bu tıkaçları yağa bularsak, bütün hane sakinleri hemencecik onun bu despot kurallarına boyun eğmek zorunda kalır; hatta bu kurallar dış dünyaya kadar uzanır. Pianissimo da yeterli kalmaz; tıkaçlar piyanoyu anında susturmayı emreder, müzik dersi birdenbire sona erer; üst kattaki odada bir aşağı bir yukarı yürüyen adamın ayak sesleri yarıda kesilir; Arabalar
23
Kısık, çok hafif bir sesle şarkı söylemek anlamına gelen bir müzik terimidir. (ç.n.)