Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель Пруст
Читать онлайн книгу.kısa sürede kendimi onun kollarına atıp, bugüne kadar hiç varlığını dahi bilmediğim ve onun sesiyle bir anda ortaya çıkan hayaletten kurtulmam gerekiyordu; gerçek anlamda benden ayrı kalmış, şartlara katlanmaya mahkûm edilmiş, henüz hiç bilmediğim bir yaşta olan, Balbec’e gittiğim bir başına bıraktığım zaman annemi içinde beni beklerken hayal ettiğim evde bir başına beni bekleyen büyükanneme kavuşmam gerekiyordu.
Ne yazık ki, büyükanneme geleceğimin haberini vermeden oturma odasına girdiğimde onu kitap okurken bulduğumda aslında gördüğüm şey bir hayaletti. Ben odada duruyordum daha doğrusu benim varlığımın farkında olmadığı için henüz odada değildim, tıpkı biri içeri gelince uğraştığı işini şaşkınlıkla kenara bırakan bir kadın gibi büyükannem, hiçbir zaman bana belli etmediği düşünceler silsilesiyle tek başına boğuşuyordu. Orada duran ben ise -temelli olmasa da kısa süreli bir dönüşte kişinin sahip olduğu imtiyaz sayesinde, tabiri caizse kişinin yokluğuna dışarıdan izleyici olma yeteneği sayesinde- yalnızca bir tanık, uzun paltosu ve şapkasıyla bir gözcü, o eve ait olmayan bir yabancı, hayatı boyunca bir daha görmeyeceği kişilerin olduğu bir mekâna gidip fotoğraflarını çeken bir fotoğrafçıdan ibarettim. Büyükannemi gördüğüm sırada gözümde mekanik olarak oluşan işlem aslında bir fotoğraftı. Sevdiğimiz insanlara olan bitmek bilmeyen sevgimizin daimî hareketinin kaydedildiği canlandırılmış sistemde bizim için değerli olan insanları asla görmüyoruz; çehrelerin sunduğu görüntülerin bize ulaşmasına izin vermeden önce onları girdabının içinde gafil avlar, bunca zaman sahip olduğumuz kişi hakkındaki düşüncelerimizin üzerine geri fırlatır, ona bağlı kılar, onunla denk düşürür. Büyükannemin yanaklarının ve alnının hareketlerinden zihninin en hassas, en kalıcı düşüncelerini okumaya alışık olmama, her sıradan bakış bir ruh çağırma hareketi, sevdiğimiz kişinin her çehresi de geçmişinin bir aynası olmasına rağmen, günlük hayatımızın en önemsiz görüntülerini seyrederken tıpkı klasik bir trajedide olduğu gibi, oyunun hareketine hiçbir katkısı olmayan her bir görüntüyü eleyip yalnızca amacını anlaşılır kılmaya yardımcı olabilecek imgeleri elinde tutma misali düşüncelerden sorumlu tuttuğumuz gözlerimiz, büyükannemde donuklaşan ve değişen şeyleri gözden kaçırma konusunda nasıl başarısız olabiliyordu? Ancak olanları izleyen gözümüzün yerine salt maddi bir nesne, bir fotoğraf levhası olsa, o zaman örneğin bir enstitünün avlusunda göreceğimiz şey at arabası çağırmaya kalkışan vakur bir akademisyenin ortaya çıkması yerine, sanki sarhoşmuş ya da yerler buzla kaplanmış gibi sendeleyerek yürümesi, geriye düşmemek için gösterdiği çabaları ve sonunda eksen çizerek düşmesi olacaktır. Keza, sıradan bahtın oynadığı oyun, zeki ve saygılı sevgimizi, gözlerimiz tarafından asla görmemesi gereken şeyleri bakışlarımızdan gizlemek için tam zamanında ortaya çıkarak bunu engellediğinde, alanda ilk boy gösteren ve kendi kendilerine bırakılmış olan bakışlarımız, fotoğraf filmi misali mekanik olarak çalışmaya koyulur ve bize, uzun zaman önce varlığını yitirmiş ancak ölümü, sevgimiz tarafından bu zamana kadar hep bizden gizlemiş olan sevilen kişinin yerine, sevgimizin her gün yüzlerce kez kıymetli ve hileci bir görünme bürüdüğü yeni kişiyi gösterir. Tıpkı uzun zamandır kendi yansımasına bakmamış olan ve zihninde yer edinen kendi kusursuz yüzünün görüntüsünün yenilenmiş hâlini hiçbir zaman görmemiş olan bir hastanın, aynada kuru, çökük avurtlarının ortasında, bir Mısır piramidi kadar devasa, eğik, kızarmış burnunu gördüğünde irkilmesi gibi, büyükannemle hâlâ bir bütün olan, ruhumdaki yerini hiçbir zaman değiştirmeyen, kendi benliğimden ayırmayan, üst üste binmiş saydam anıların içinden görmüş olan ben de, birdenbire, zamanın bir parçası olan yeni dünyanın, “Yaşlılığı da iyi beceriyor.” dediğimiz yabancıların yaşadığı dünyanın bir parçası olan oturma odamızda, yaşamım boyunca ilk kez ve yalnızca bir an, -çünkü çok geçmeden kayboldu- kanepenin üstünde, kırmızı yüzüne vuran bir lambaderin yoğun ve loş ışığı altında, düşüncelerde kaybolmuş, daha önce hiç görmediğim, akıl sağlığını yitirmiş bir insan gibi gözlerini kitabın satırlarında gezdiren, karamsar yaşlı bir kadın gördüm.
Mme. de Guermantes’ın koleksiyonundaki Elstir’in eserlerini yakından inceleme isteğime Saint-Loup: “Seni temin ederim ki bu iş gerçekleşecek.” şeklinde karşılık vermişti. Ve maalesef ki bu isteğime karşılık veren tek kişi de oydu. Zihinsel aşamalarımızı, onları canlandıran küçük kuklalar ile düzenleyip hayal gücümüze uyacak şekilde hareket ettirdiğimizde, başka insanlara cevap vermek konusunda hiç zorluk yaşamayız. Kuşkusuz o zaman bile, başka bir kişinin bizimkinden farklı olan doğasından kaynaklanan zorlukları hesaba katar, karşıt eğilimleri etkisiz hâle getirecek olan heyecan duygusu, inanç ve maddi çıkar gibi bizi bu durumdan kurtaracak olan yollara başvurmaktan kendimizi alıkoymayız. Oysa bizim doğamızdan farklı bir doğaya sahip olduklarını düşünmemize sebep olan da, bu zorlukları ortadan kaldıran da, zorlayıcı güdüleri uygulayan da yine kendi doğamızdır. Böylece, zihnimizde diğer kişiye yaptırdığımız ve onun bizim istediğimiz şekilde hareket etmesini sağlayan davranışları gerçek hayatta sergilemesini istediğimizde, durum değişir; üstesinden gelinemeyecek, daha önce hiç karşılaşmadığımız engellerle karşılaşırız. En güçlü engellerden biri şüphesiz, kendisine âşık olmayan, ona karşı aşılmaz bir nefret besleyen hatta korkunç bir tiksinti duyan bir kadına âşık olan adamın hisleridir; Saint-Loup’nun Paris’e gelmediği uzun haftalar boyunca, yengesine mektup yazıp ricamı iletmesi için resmen yalvarmama rağmen Elstir’in eserlerini görmem için beni hiç davet etmedi.
Binada oturan başka bir sakinden de soğukluk belirtileri hissettim. Bu kişi Jupien’dı. Doncières’den döndüğümde, daha kendi evimize çıkmadan, içeri girip ona selam vermem gerektiğini mi düşünüyordu? Annem öyle bir şey olmadığını, bunun gayet alışıldık bir durum olduğunu söyledi. Françoise da onun sebepsiz yere anlık çıkıntılıklar yaptığını, aksi bir mizacı olduğunu söylemişti. Çok geçmeden bu ruh hâli kaybolurmuş.
Bu arada kış mevsiminin son demlerini yaşıyorduk. Birkaç hafta boyunca süren sağanak ve fırtınalardan sonra bir sabah, -deniz kıyısına gitme özlemimi yok eden şekilsiz, esnek, kasvetli rüzgârın yerine- baca duvarının yanına yuva yapan güvercinlerin ötüşünü duydum; parıldayan, beklenmedik bir anda, nazikçe koruyucu kabuğunu yırtıp açarken orta noktasındaki güzellikleri ortaya çıkartan, eflatun ve saten gibi narin ilk çiçeğini açan sümbül gibi, hâlâ kapalı ve karanlık olan yatak odamın içine açılan pencereden günün ilk ışıklarının yorgunluğunu, göz kamaştıran parlaklığını odaya nüfuz ettiren güneş gibi. O sabah, Floransa ve Venedik’e gittiğim yıldan beri aklıma hiç gelmemiş bir müzikhol melodisini mırıldandığımı fark ettiğimde çok şaşırdım. Güzel ya da kötü bir günün tekerrürü misali hava, organizmamızı o kadar derinden etkiler ki hafızamızın deşifre edemediği toz tutmuş raflarda yer alan melodileri gün yüzüne çıkarır. İlk başta ne çaldığını fark etmese de çok geçmeden içimde dinlediğim bu müzisyene daha bilinçli bir hayalperest eşlik etti.
Balbec’e varıp Balbec Kilisesi’ni gördüğümde, kilisenin zihnimde yer edinen bütün cazibesinin kaybolmasının, Balbec’e özgü sebeplerden olmadığının elbette farkındaydım; Floransa’da, Parma’da ya da Venedik’teki manzaralara baktığım zamanda da hayal gücüm gözlerimin yerini alamayacaktı. Bunun farkındaydım. Benzer şekilde, bir yılbaşı gününün akşamında, gece çökerken bir tiyatro afişinin asılı olduğu direğin önünde durduğum sırada bazı kutsal günlerin, esasında takvimdeki diğer günlerden farklı olduğunu düşünmemizin bir yanılsamadan ibaret olduğunu keşfetmiştim. Nitekim, Paskalya’yı Floransa’da geçirmeyi dört gözle beklediğim zamanı festival havasına sokmaktan kendimi alıkoyamamıştım; deyim yerindeyse, Çiçekler Şehri’nin atmosferine,