Vampir Öyküleri. Артур Конан Дойл
Читать онлайн книгу.Doktor,” dedi. “Seni buraya getirdiğim için üzgünüm -gerçekten üzgünüm- ve senin güvenli bir şekilde Dundee Rıhtımı’naçıktığını görebilmek için hemen şimdi elli paunt verebilirdim. Fakat bu kez, bu benim için bir kazan ya da kaybet olayı. Balıklar kuzeyimizde. Nasıl kafanı sallayabilirsin, ha! Onları gördüğümü söylüyorum sana!” Hiçbir şüphe izlenimi göstermemiş olduğumdan emin olsam da, birdenbire öfkeyle parladı. “İki yüzden fazla balık ve her biri de en az üç buçuk metre uzunluğunda! Şimdi, Doktor, sence bu servetle aramda duran sadece ince bir buz parçasıyken, nasıl geri dönmemi beklersin? Eğer yarın rüzgâr kuzeyden esecek olursa, gemimizi doldurup soğuklar bizi yakalamadan önce buradan ayrılabiliriz. Rüzgâr güneyden esecek olursa… Şey, tayfalar hayatlarını riske atmak için para alıyorlar, öyle değil mi? Bana gelince, ikisi arasında çok fazla fark yok, beni öbür dünyaya bağlayan daha çok şey var zaten. Ama senin için üzüldüğümü itiraf ediyorum. Keşke senin yerine bir önceki yolculuğumda bana eşlik eden, yokluğunda kimsenin özlemeyeceği bir adam olan Angus Tait burada olsaydı. Oysa sen… Sen nişanlı olduğunu söylemiştin, değil mi?”
“Evet,” diye cevap verirken, saatimin zincirinden sarkan küçük madalyonu açarak Flora’nın resmini ona doğru uzattım.
“Kahretsin!” diye gürledi hızla sandalyesinden kalkarak. Sakalı öfkeyle kabarmıştı. “Senin mutluluğundan bana ne? Onun fotoğrafını burnumun dibinde sallamanı gerektirecek nasıl bir anlamı olabilir ki benim için?” Bu öfke anında bana vuracağını düşünürken, yeni bir küfür savurarak kamaranın kapısını hızla açıp güverteye doğru fırladı. Onun ardından bu beklenmedik patlama karşısında şaşkın hâlde orada kaldım. Bu, şimdiye kadar bana karşı öfkelendiği ilk seferdi. Ben bu satırları yazarken, hâlâ yukarı aşağı, heyecanlı adımlarla dolaştığını duyabiliyorum.
Aslında size onun karakterini anlatabilmek isterdim, ancak kendi kafamda bile onu tam olarak anlayamamışken, kâğıt üzerinde böyle bir şeye kalkışmak bana küstahlık gibi görünüyor. Birkaç kez onu gerçekten anlamaya başladığımı düşünsem de, karakterinin bambaşka bir özelliğini ortaya çıkarıp, beni şaşırtarak her seferinde bu düşüncelerimi boşa çıkardı. Bu satırları benden başka hiç kimse okumayacak olsa bile, Kaptan Nicholas Craigie hakkındaki fikirlerimi kaydetmeyi kendim için bir görev olarak görüyorum.
Bir adamın dış görünüşü, genellikle içinde sakladığı ruha dair işaretler verir. Kaptan uzun ve sağlam yapılı bir adam! Esmer ve yakışıklı bir yüzü var. Sinirli yapısından dolayı ya da belki içindeki müthiş enerjinin bir sonucu olarak kollarının ve bacaklarının sık sık seğirdiğini gördüm. Çenesiyle yüzü sert ve kararlı bir ifadeye sahip… Oysa gözleri yüzüne tamamen farklı bir anlam katıyor. Koyu ela, parlak ve canlı gözlerinde sürekli bir sabırsızlık görebiliyorsunuz ve bazen de içlerinde diğer bütün duygulardan çok dehşetle bağdaştırdığım bir ifade oluyor. Genellikle ilki baskın görünse de, düşünceli olduğu zamanlarda gözlerindeki bu korku giderek derinleşerek karakterine bambaşka bir özellik getiriyor. İşte bu anlarda öfkesi tüm kontrolünü ele geçiriyor. O da bunun farkında olmalı ki, sakinleşene dek genellikle kendini odasına kilitliyor, böylece ona yaklaşmamızı engelliyor. Rahat uyuyamadığını biliyorum; pek çok gece haykırdığın duydum, ancak kamarası benimkinden uzak olduğu için hiçbir zaman ne dediğini tam olarak anlayamadım.
Bu karakterinin bir yönü, son derece kaba ve itici tarafı… Her gün yan yana olmamızın sonucunda, onu yakından gözlemleyerek ortaya çıkardığım bu tarafının aksine sohbeti keyifli, iyi eğitim almış, bilgili ve bir denizci için fazlasıyla kibar bir adam. Ayrıca nisan ayının başında yakalandığımız fırtına sırasında gemiyi nasıl idare ettiğini de kolay kolay unutmayacağım. Onu daha önce hiç o gece çakan şimşeklerin ve uğuldayan rüzgârın içinde sağa sola koştururken olduğu kadar neşeli ve heyecanlı görmemiştim. Birkaç kez ölümün kendisi için hoş bir düşünce olduğunu söylemişti, bu onun gibi genç bir adam için fazlasıyla üzücü. Bıyıkları ve saçları kırlaşmaya başlamış olsa da, otuzundan fazla olduğunu sanmıyorum. Büyük bir kayıp yaşamış olmalı ve bu acı bütün hayatını ele geçirmiş. Belki Flora’mı kaybedecek olsam, ben de aynı durumda olurdum. Ah, Tanrı biliyor ya, eğer o olmasaydı rüzgârın kuzeyden mi yoksa güneyden mi eseceğini ben de umursamazdım.
Ayak seslerinden aşağı kamarasına indiğini duyabiliyorum, kapısını kilitlediğine göre kızgınlığı hâlâ geçmemiş olmalı. Yaşlı Pepys’in diyeceği gibi; mum sönmek üzere (artık geceler başladığı için gündüz vaktinde bile mum kullanmak zorundayız) ve artık yatma vakti geldi.
12 Eylül
Sakin, aydınlık bir gün… Hâlâ aynı yerde bekliyoruz. Güneydoğudan rüzgâr esiyor, ancak bir etki yaratamayacak kadar hafif. Kaptan’ın ruh hâli bugün daha iyi… Kahvaltıda dünkü kabalığı için benden özür diledi. Ancak hâlâ düşünceli görünüyor ve gözlerindeki o vahşi bakış henüz değişmedi. Bir İskoçyalı ona baktığında “ölümün eşiğindeki” bir adamı görebilir. En azından, gemideki Kelt tayfaların arasında bir tür kâhin gibi görünen baş makinistimiz böyle olduğunu düşünüyor.
Bu sert mizaçlı ve gerçekçi ırkın üzerinde batıl inançların bu kadar etkisi olması şaşırtıcı… Eğer kendim şahit olmasaydım, bunun ne kadar ileri gidebileceğine asla inanmazdım. Bu yolculukta bunun kusursuz bir örneğini yaşadık, ta ki cumartesi içkileriyle beraber adamlara birer doz sakinleştirici vermek zorunda kalana kadar! İlk belirtiler Shetland’dan ayrıldıktan kısa bir süre sonra başladı; dümendeki tayfalar gemi hareket ederken duydukları yaslı haykırışların bizi izlemeye devam ettiğini söylediler ve bir türlü bu düşünceyi üzerilerinden atamadılar. Bu hikâye, yolculuğumuz boyunca adamların arasında anlatılmaya devam etti ve fok avının başladığı karanlık gecelerde tayfalar işlerini yapmakta giderek daha çok zorlanmaya başladılar. Şüphesiz ki, duydukları, ya paslı zincirlerin gıcırtısı ya da yakınlardan geçen bir deniz kuşunun sesiydi. Pek çok gece hikâyelerini dinlemek için uyandırıldım, ancak hiçbir seferinde olağandışı bir ses duymadım.
Ancak adamlar o kadar emindiler ki, onlarla tartışmak mümkün değildi. Durumu Kaptan’a anlattığımda beni şaşırtarak, bunu oldukça büyük bir üzüntüyle karşıladı. Anlattıklarım onu fazlasıyla rahatsız etmiş görünüyordu. En azından onun bu tür saçmalıklara inanmayacağını düşünüyordum.
Tüm bu yersiz batıl inançlar sonunda bizi İkinci Kaptanımız Bay Manson’ın bir hayalet gördüğü dün geceye getirdi. Ya da en azından kendisi gördüğünü söylüyor, bu da aynı anlama gelir elbette. Aylarca sadece ayılardan ve balinalardan bahsettikten sonra, nihayet yeni bir sohbet konumuz olması da ilginç tabii. Manson, geminin hayaletli olduğuna ve eğer gidecek başka bir yer olsaydı, burada bir gün bile durmayacağına dair yemin ediyor. Bir şeyin onu gerçekten korkuttuğu kesin; biraz olsun sakinleşebilmesi için ona bir miktar kloral ile potasyum bromür vermek zorunda kaldım. Bir önceki gece içkiyi biraz fazla kaçırmış olabileceğini söylediğimde çok öfkelendi ve onu yatıştırabilmek için hikâyesini mümkün olduğunca ciddi bir ifadeyle dinledim. İtiraf etmeliyim ki, anlatış biçimi fazlasıyla içten ve gerçekçiydi.
“Köprüdeydim,” diye başladı, “Gecenin o en karanlık saatinde. Ay vardı, ancak önünden geçen bulutlar yüzünden gemiden fazla uzağı görmek mümkün değildi. Üst güvertede nöbet tutan zıpkıncı John M’Leod yanıma gelerek, sancak tarafında tuhaf bir ses duyduğunu söyledi.
Onun peşinden gittiğimde sesi ben de duydum; bazen bir çocuk ağlaması gibiydi bazen de acı içindeki bir kız gibi. On yedi yıldır bu işi yapıyorum ve daha önce genç ya da yaşlı hiçbir hayvanın böyle bir ses çıkardığını işitmedim. Orada